ÖNSÖZ
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım
(Mehmet Akif Ersoy)
İnsan yaratılışından ve bu dünyayı mekân tutmasından beri hem çevresini ve hem kendini keşfetmeye, kendini ve dünyayı anlamlandırmaya, amacı ve sorumlulukları hakkında düşünmeye devam etmiştir.
İnsanoğlunun bu arayış Freud gibi bazı düşünürlere göre “haz” arayışı, Adler gibi bazı düşünürlere göre “üstünlük” arayışı olarak adlandırılmıştır. Victor Frankl gibi bazı düşünürlere göre ise insanlığın bu arayışı en temelde “anlam” arayışıdır.
Aslında bütün dinler, ideolojiler, büyük anlatılar, peygamberler, filozoflar, büyük idealistlere göre de bu arayış, temelde bir anlam arayışıdır.
İnsanın nefsi haz ve üstünlük arayışına girişebilir ancak insanın aklı, iradesi, kalbi ve vicdanı son nefese kadar bu anlam arayışını sürdürürler.
Bu arayışı sağlıklı bir akledişle yürütebilen ve bu sayede farkındalığı yudumlamış nasipli gönüller bilirler ki; dünya var edildiği günden bu yana insanoğlunun yeryüzünün imar edilmesi ve hayata iyiliğin hâkim kılınması gibi iki önemli görevi vardır.
Ilk görev olan dünyayı mamur hale getirmek; yani, bütün canlıların sağlıklı bir çevrede güvenli bir şekilde yaşayabilecekleri; insanların bedensel, ruhsal, zihinsel ve duygusal açıdan tekâmül edebilecekleri yapılar, sistemler ve şehirler kurmak; bilim ve teknoloji üretmek; anlam ve değer üretmek; edebiyat, sanat ve estetik üretmek gibi mükellefiyetler iken insanın bir diğer sorumluluk alanı ise insanların ıslahı için çalışmak, adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışını sürdürmektir.
Ancak bugün; özellikle de teknolojik erklerin dünyanın her bir tarafına hakim olmasıyla her şey yoğun bir sis maskesi arkasında saklanıyor ve bizler sadece izin verildiği kadarını görebiliyoruz.
Belki de sırf bu yüzden yola düşmek, algı kapılarını temizlemek; satırların arasındaki beyazlıkları okumamız gerekiyor. Belki de bu yüzden güzele, iyiye, sevgiye yol arayan insanın, hayret ve farkındalığın kanatlarını takması gerekiyor.
Çünkü insan salt sosyolojik bir fenomen olarak kalamaz; insan olmak, kökenini hatırlamak ve varoluş imkânlarını realize eden bir yürüyüşe dönüşmelidir.
Yani bizler, geçmişimizin bize yüklediği psikolojik ve düşünsel duygu durumlarını kabullenip devam ettiren fikir ve duygu kiracıları değil; geçmişten gelen bu köklere bağlı kalarak yaşayan, yüreğiyle akleden, yürüyen ve farkındalık sahibi olan bireyler olmak zorundayız.
İnsan hakkında, hayatın gidişatı hakkında; yoksullar, yetimler ve mustazaflar hakkında kaygıları olan, onların dertleriyle dertlenen insanlar yeryüzünü imar etmenin ve hayatlarına sevgiyi, iyiliği, güzelliği hâkim kılmanın peşine düşüp bunun mücadelesini verirken; para ve dünyaya ait gelip geçici hazlarla özgürlüklerinin ufuklarını karartan, böyle bir derdi kaygısı olmayan insanlar ise hayatı bir oyun ve eğlenceden ibaret görerek; duyarsız, umarsız ve kaygısız bir hayat sürüp güneşin sabah doğup akşam batması gibi gerilerinde iz bırakmaksızın kaybolup giderler.
Elinizdeki bu çalışma da yaşadığımız çağa olan borcumuzu ödeyelim, ilke ve hakkaniyet kantarına çıkalım; kendimizi fabrika ayarlarına döndürelim diye kaleme alındı.
Fabrika ayarlarına dönelim, yürek ülkemizi inşa edebilelim ki; nefretin yerini merhamet; kinin yerini kardeşlik; batılın yerini hak; karanlığın yerini aydınlık; maddenin yerini mana; alışkanlıkların yerini aşkınlık; hüsranın yerini gufran; küfranın yerini şükran; kabuğun yerini çekirdek; aracın yerini amaç; malumatın yerini marifet; sözün yerini davranış; rivayetin yerini riayet; tasarrufun yerini tasadduk; israfın yerini paylaşma; hırsın yerini huzur; tamahın yerini kanaat; benliğin yerini birliktelik; Kabil’in yerini Habil, hevanın yerini takva, yatağın yerini seccade; öfkenin yerini itidal alsın.
Zira işte o zaman dünyaya da eşyaya da bakışımız değişir ve kalbimiz, ilk günkü fabrika ayarlarına dönerek kan yerine nur pompalar vücudumuza. Ne için yaratıldığımızı, bu dünyaya neden geldiğimizi, gelmenin aslında gitmenin ilk adımı olduğunu keşfederiz yeniden.
Ya da “benim” le başlayan cümlelerle kavgamız olur, taşıdığımız canın dahi ‘bize ait olmadığını’ fark ederiz. Bu emanet bilinci içinde içtiğimiz suyun, giydiğimiz hırkanın, ayağımızdaki ayakkabının, ağzımıza aldığımız lokmanın üzerinde dahi bir tasarruf hakkımız olmadığının farkındalığını yudumlarız.
İşte o zaman sadece kendimizi kâmilen terbiye etmekle kalmaz, başta gençlerimiz olmak üzere diğer insanları da davranışlarımızla “insanlık” sofrasına davet etmiş oluruz.
Ezcümle, bu daveti başarabilmiş ve dünyanın daha anlamlı ve daha yaşanılabilir bir dünya olması için mücadele eden, emek veren, gayret eden, bedel ödeyen ve bu uğurda işkence, çile ve musibetlere düçar olan, yolları zindanlara, hapishanelere düşen, dahası birçoğu şehadet şerbetini içen bütün öncülerimize selam olsun.
Anlamın buharlaştığı, adalet güneşinin sönmeye yüz tuttuğu günümüzde, adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışı başlatanlara; insanlığın iyiliğe ve sevgiye odaklanması için baskı ve sıkıntılara göğüs gerenlere; “bir toplum nasıl dönüştürülür, bir devrim nasıl gerçekleştirilir, koca bir dünya nasıl değiştirilir” diye gecesini gündüzüne katanlara; komşusu açken tok yatmayanlara; kamu malını koruyanlara; Dicle kenarında otlayan bir koyunun sorumluluğunu hissedenlere; mazluma dil, din, ırk, renk sormayanlara; kim olursa olsun mazlumun yanında kimden gelirse gelsin zalimin karşısında olanlara selam olsun.
Kendini yaşadığı topluma tanıklık etmeye ve farkındalık geliştirmeye adayanlara, ülkemizde ve dünyada birçok insanın yetişmesine katkı sağlayanlara; devam eden adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışının bu coğrafyadaki öncülerine selam olsun.
Niyet okumaya ayırdığımız enerjiyi anlamaya, yorum yapmaya harcadığımız zamanı okumaya, slogan atmaya kullandığımız motivasyonu üretmeye yönlendirme gayretiyle harf harf, kelime kelime cümle cümle inşa ederek “eleştiri” kültürü ile yoğurduğum düşünce dünyamın yansıması olan elinizdeki bu kitapla yürek ülkenize misafir olmaya cüret etsem de; bilinmelidir ki o ülkeye huzur iklimini yeniden getirecek, hakikat ile buluşturacak, akla ve vicdana davet edecek ve ruhlardaki pası, kiri sökecek her ne varsa kalemin, kelamın ve ilhamın sahibine ait olup satırlar boyu ne kadar eksik gedik varsa da şahsıma ve nefsime aittir.
Hz. İbrahim (as)’e su taşıyan karınca misali; sırtımızda dağlar, gönlümüzdeki sonsuz umutla tüm çorak arazilerinizi yeşertebilmek ümit ve temennisiyle.
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU
Ekim, 2021