“Tarihte ilk defa çağımızda; insan araçları kullanacağına, araçlar insanı kullanır hale geldi”
Özellikle gençlerimizle aramızda çok yüksek duvarlar var. Sesimizi gençlerimize duyuramamaktan şikâyet eder haldeyiz. Her şey öyle bir hale geldi ki artık aileler, çocuklarını koruyamaz haldeler. Evet, modern kentsel yaşamla birlikte, teknolojik aletlerin etkisi, bireysel ve toplumsal yaşamın merkezine yerleşen sanal âlemin etkisi ile oluşan yeni yaşam tarzı; geçmişten, gelenekten, dini motiflerden gelen değerleri öteleyip toplumsal hayatın dışına itti maalesef… Herkesin 120 m2 bir çatı altında dahi kendine ait bir dünya kurduğu bir tablo var önümüzde. Beyni felçleşmiş, ruhu çölleşmiş bir toplum haline mi dönüşüyoruz? Kuşaklararası çatışma, yerini kuşaklararası uzaklaşmaya mı bıraktı? Peki suçlu kim? Ne yapmalı? Sadece lafazanlık mı yapıyoruz? Tüm bu sorularımızın yanıtı haberimizin detayında saklı…
Küresel ölçekte inşa edilen, hepsi birbirinin neredeyse kopyasından öteye geçemeyen insan türü, baş döndürücü bir hızla insan altı bir varlığa dönüşüyor. Toplum olarak herkes kendi penceresinden bakıyor, yorumluyor ama hepsi de “tehlikeli” bir durumdan söz ediyor. Peki nedir bu tehlikeli durum?
“ZAMAN BİZİM ESİRİMİZ DEĞİL, BİZ ZAMANIN ESİRİ OLDUK!”
Bizi biz yapan değerlerimizi kısacası kendimizi yitirdik. Zira zihnimizi kaybettik; zeminimizi yitirdik; zaman bizim esirimiz değil, biz zamanın esiri olduk. Batılı kavram ve kurumlarla gerçekleştirdiğimiz modernleşme, sekülerleşme yolculuğu, bizi bizden, ruh köklerimizden uzaklaştırdı, bizi bize yabancılaştırdı; dahası bizi bize düşman etti ama yaşadığımız travmanın ve savrulmanın asıl nedenlerinin burada gizli olduğunu bile göremeyecek kadar zihnî bir felçleşme yaşıyoruz. Şimdilerde ve insanlık tarihinde yaşanmamış bir köleleşme biçimi bu.
“HERKESİN BİR ÇATI ALTINDA DAHİ KENDİNE AİT BİR DÜNYA KURDUĞU BİR TABLO VAR”
Birazcık geriye yaslanın ve dün tartışılmaz olarak kabul ettiğimiz ama bugün kolaylıkla reddettiğimiz değerlerimize bakın tabloyu daha net olarak görebilirsiniz; Düne, on yıl veya yüz yıl öncesine kadar çok daha rahat görünsek de, artık “insan” kavramının “insanlık” kriterlerinden ne kadar uzaklaştığının; insanın ne kadar yalnızlaştığının, mutsuz hayatların en yüksek perdeden haykırışlarının ve toplumun hemen her bir ferdini esir alan “boşluk” kavramının okunması için kâhin olmaya gerek var mı sizce?İçinde yaşadığı koca kalabalığa rağmen yalnızlığın dipsiz kuyusuna terk edilmedi mi insan?Annenin babayla, babanın oğulla, annenin kızıyla konuşamadığı; herkesin 120 m2 lik bir çatı altında dahi kendine ait bir dünya kurduğu ve “anlaşılamamaktan” şikayetçi olduğu bir tablo yok mu önümüzde? Güzelim coğrafyamızda akrabadan öte yaşanan komşuluk ilişkileri, mahalle sohbetleri, bir vücudun azalarıymışcasına dorukta yaşanan muhabbet, tarihin tozlu raflarında yerini alırken uğradığımız bu müthiş bilinç kaybı; tek merkezden servis edilen ve hafızalarımızı topyekûn yok eden bir kültürsüzlük dalgasının işgal etmesi ile de zirveye ulaşmadı mı?
“SAHİP OLDUĞUMUZ İNSANÎ DEĞERLER EROZYONA UĞRAMAYA YÜZ TUTMUŞ”
Sahip olduğumuz insanî değerler erozyona uğramaya yüz tutmuş, sınırsız bir dünyevileşme tüm benliğimizi esir almış; bireysellik, bencillik, çıkarcılık, çekememezlik ve tahammülsüzlük gibi olumsuz değerler ilişkilerimizde en ön sıradaki yerini almakta gecikmemiş; bütün bu beşeri zaaflar da toplumumuzda mutsuz, umutsuz, olumlu düşünemeyen ve paylaşamayan kişilerin sayısını artırarak yazık ki bugün hedefine ulaşmış durumda değil mi?
“KÜLTÜREL DEĞERLERİN AYAKLAR ALTINA ALINDIĞI EVLİLİK PROGRAMLARI…”
Bakın televizyonlarımıza, gazetelerimize tüm medya araçlarımıza…Kültürümüze, aile yapımıza, değerlerimize, kutsallarımıza ve toplumsal dinamiklerimizi yerle bir etmek adına sarfedileneforun dışında başka ne görebiliyorsunuz? Bozuk bir Türkçe, yarım cümleler, güneş görmemiş küfürler, kocasını aldatan ve bunu gururla anlatan kadınlar, tüm kültürel değerlerin ayaklar altına alındığı evlilik programları, kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmeye odaklanmış zihniyetlerin yakalandığı ‘tekfiriyet’ hastalığı, ölü yarıştıran bir zihniyet; renge, dile, dine, ırka bürünmüş bir zulüm tablosu.
Yani amacı amaçsızlık olan koca bir güruh var önümüzde…
“KÜLTÜR EMPERYALİZMİNİN İLMİĞİNİ KENDİ ELLERİMİZLE BOYNUMUZA GEÇİRDİK”
Evet, modern kentsel yaşamla birlikte apartman hayatının artışı, teknolojik aletlerin etkisi, post-modern anlayışın geliştirerek bireysel ve toplumsal yaşamın merkezine yerleştirdiği sanal âlemin etkisi ile oluşan yeni yaşam tarzı; geçmişten, gelenekten, dini motiflerden gelen değerleri öteleyip toplumsal hayatın dışına itti maalesef.Yaklaşık iki buçuk asırdır, değerlerin ötelenmesi ve yitirilmesi hızlandı.Baş döndürücü hızla meydana gelen bu etkileşim bizler için ihtiyaçtan ziyade bir özenti halini aldı. Bu sayede de en çok tv programı izleyen, telefon kullanan, internet başında sabahlayan toplumlardan biri haline geldik. Rutin yaşantılarımız içinde ve kültür emperyalizminin ilmiğini kendi ellerimizle boynumuza geçirdik.
“GÖNÜL COĞRAFYALARIMIZ İSTİLA ALTINDA”
İnsanı yaşatmayı görev bilen gönül coğrafyalarımız istila altında iki buçuk asırdır. İnsanı; insanın yurdu, umudu ve ufku yapan bu gönül coğrafyasının diriltici adalarını, limanlarını, sığınaklarını oluşturan aile kavramımız yavaş yavaş anlamını yitiriyor. Televizyonlar, haber siteleri, gazetelerimiz cinayet, hırsızlık, tecavüz, şiddet haberlerinden geçilmiyor… Kısacası adım adım ölüyor; toplum olarak ürpertici, her şeyimizi tefessüh ettiren, bin küsûr yıllık çileyle inşa ettiğimiz anlam haritalarımızı, değerlerimizi yerle bir eden ürpertici bir sekülerleşme biçimi yaşıyoruz.
Bugün geldiğimiz konumun ana nedeni nedir?
“GERÇEKLERİ ÖRTBAS EDEREK ATTIĞIMIZ HER ADIM, DAHA BÜYÜK ÇIKMAZ SOKAKLARIN EŞİĞİNE FIRLATIYOR”
Kaygan zeminlerde patinaj yaptığımız, zihnî felçleşme yaşadığımız, bunun köleleşme biçimi olduğunu göremediğimiz için sorunlarımızın nedenlerini, kökenlerini, nereden kaynaklandığını da, bu sorunlarımızın üstesinden nasıl gelebileceğimizi de bilemiyoruz ve gerçekleri örtbas ederek attığımız her adım, bizi bir kez daha yeni ve ama daha büyük çıkmaz sokakların eşiğine fırlatıyor. Tek bir uygarlığın zihnen bütün dünyaya hâkim olduğu; bütün medeniyetlerin zihinlerini, varoluş zeminlerini ve zamanlarını yok ettiği, bütün dinlerin, bütün medeniyetlerin çocuklarını körleşmenin eşiğine fırlattığı bir “ağ”da sürükleniyoruz sadece… Böylelikle anlamsızlaşan hayat, gücü koruma güdüsü, orman kanunlarının uluslararası ilişkilere damgasını vurması, dünyayı yeni çatışmaların, savaşların ve felâketlerin eşiğine sürüklüyor…
“İNSAN ARAÇLARIN KÖLESİNE DÖNÜŞTÜĞÜ İÇİN DE YAŞAMA DAİR AMAÇLARINI YİTİRDİ”
Yani aslında bugün geldiğimiz konumun ana nedeni; insanın tanrılaştırılması, vicdan ve hakikat fikrinin yitirilmesi, gücün, güç üreten araçların kutsanması, putlaştırılması; araçların amaçları yutması; insanın araçların kölesi olması ve dünyada orman kanunlarının hâkim olmasıdır. Çağımızda insan araçların kölesine dönüştüğü için de yaşama dair amaçlarını yitirdi; gelmenin gitmenin ilk adımı olduğunu unuttu; hatırlama ve özgürleşme melekelerini kaybetti. O yüzden tarihte ilk defa çağımızda insan araçları kullanacağına, araçlar insanı kullanır hale geldi. Evet, insan araçların kölesi şimdi. Teknoloji adı altında üretilen “şık” makineler insanı ayartarak kendisine esir etti. Hakikat buharlaştırıldığı, kavramların sinirlerinin alındığı ve kutsalların hazza, hıza ve güce yöneldiği bir çağda da insan denen kutsal, büyük bir anlam boşluğunun eşiğine sürüklendi. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da özgürlüğünü yitirdi.
Peki, genç kuşaklarımızı nasıl etkiledi bu durum?
“AİLELER, ÇOCUKLARINI KORUYAMAZ HALDELER”
Bu çürüme ve sürüklenmeden en olumsuz etkilenenler de genç kuşaklar oldu. İddiaları, idealleri, hayalleri olmayan; hız, haz ve ayartının kölesine dönüştürülen genç kuşaklar çıktı ortaya. Bakın içinde yaşadığımız topluma… Her şey öyle bir hale geldi ki artık aileler, çocuklarını koruyamaz haldeler. Hemen hemen hiçbir anne-baba veya ebeveyn çocuklarını dijital medyada kanser hızıyla yayılan çözücü, sığ, banal post modern, nihilist kültürün yıkıcı etkilerinden nasıl koruyabileceklerini bile bilmiyor! Bu bilinmezlik içinde de bir yandan aile kurumu çatırdıyor; ruhsuz ve köksüz yapılaşma biçimleri nedeniyle mahalle kavramı ve olgusu can çekiyor, komşuluk ilişkileri yerle bir oluyor…
“GENÇ KUŞAKLAR, ÇAREYİ DİJİTAL DÜNYADA KAYBOLMAKTA BULUYORLAR”
Öte yandan, ilgisiz ve sevgisiz kalan genç kuşaklar, dijital dünyanın ontolojik şiddet yüklü dünyasına kaçıyorlar; çareyi dijital dünyada kaybolmakta buluyorlar… Aile ilgisi ve sevgisinden yoksun, ruh köklerini, ideallerini, hayallerini yitirdikleri için de başkalarının iddialarının, ideallerinin ve hayallerinin kölesine dönüşüyor ve gözümüzün içine baka baka yok oluyorlar… Eğitim sistemimize bakıyorsunuz; (ısrarla andığım gibi) pozitivist, seküler ve ezberci mekanizma çocuklarımızı zihnen sömürgeleştiriyor, bizim medeniyet dinamiklerimize ve ideallerimize yabancılaştırıyor.
Peki, bunca ürkütücü sorun karşısında çözüm ne?
“GENÇ KUŞAĞIMIZI KAYBEDERSEK, GELECEĞİ KAYBEDERİZ”
Nacizane kanaatim özümüze dönmek. Bizi biz yapan değerlerin inşasına topyekun bir seferberlik içinde bir an evvel saniye dahi kaybetmeksizin başlamak. Zira hakikatin hayat bulduğu insan zihnine, hakikatin hayat olduğu insanca yaşama zeminine ve hakikatin herkese, her şeye, bütün varlıklara hayat sunduğu zamana yeniden kavuşabilirsek; işte o zaman yeniden toparlanabilir, ayağa kalkabilir ve insanlığa adalet, hakkaniyet ve sulh armağan edecek hakikat medeniyeti yolculuğuna yeniden başlayabiliriz… Bunun da ilk adımını eğitim kurumlarından başlatmamız gerekiyor. Çünkü sayıları milyonları bulan genç kuşağımızı kaybedersek inanın geleceği kaybederiz. Başta eğitim kurumlarımız olmak üzere, medyayı, kültür ve sanat hayatını kendi medeniyet ideallerimiz ve iddialarımız çerçevesinde sil baştan inşa etmek zorundayız.
“KÖKLÜ, GÜÇLÜ BİR EĞİTİM SİSTEMİ KURMAK ZORUNDAYIZ”
Bir an evvel okul öncesinden başlayarak eğitim kurumlarında tohumlarını ekeceğimiz bir bilinçle; bu dünyada yaşayacak ama bu dünyayı yaşamayacak, insanlığın yükünü omuzlarında taşıma bilinciyle nefes alıp verecek, pergelin sabit ayağını bizim muazzam manevi birikimimize basacak, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyaya, bütün medeniyetlere ve düşünce geleneklerine açılacak, çağ aşacak, önümüzü açacak öncü kuşaklar yetiştirecek köklü, güçlü bir eğitim sistemi kurmak zorundayız.
“DÜNYANIN SORUNLARINI İYİ OKUYABİLMEMİZ; YANLIŞLARIMIZI GÖREBİLMEMİZ GEREK”
Bu ruhun dirilmesi, toparlanması, ayağa kalkabilmesi ve yeniden özümüze dönüp özgürleşebilmemiz için; dünyanın sorunlarını iyi okuyabilmemiz; yanlışlarımızı görebilmemiz; kendimizi kıyasıya eleştirebilmemiz; sahici, samimi, zihin ve ufuk açıcı eleştirileri bir saldırı değil bir lütuf olarak görebilmemiz, zaaflarımızı değil erdemlerimizi büyütmemiz, dünyayla ve kendimizle yüzleşebilecek bilgeliğe ve derinliğe erişebilmemiz gerekiyor.
KENDİMİZE GÜVENELİM VE YANLIŞLARIMIZLA YÜZLEŞMEKTEN ÇEKİNMEYELİM
Çünkü hakikat hayatla ruhuna kavuşur. Biz de ait olduğumuz manevi mirasın ışığında hakikatlerimiz hayatımıza nüfuz ettiği an özümüze kavuşacağız. Yeter ki kendimizle ve dünyayla yüzleşmesini bilelim. Yeter ki kendimizi, zaaflarımızı, sorunlarımızı, imkânlarımızı ve dünyanın, medeniyet coğrafyamızın ve ülkemizin yaşadığı temel varoluşsal sorunları, imkânları enlemesine ve boylamasına bütün yönleriyle ve boyutlarıyla mercek altına alma çabası gösterelim. Yeter ki kendimize güvenelim ve yanlışlarımızla yüzleşmekten çekinmeyelim.
“YAPACAĞINIZ İLK İŞ, KENDİ GÖK KUBBENİZİ İNŞA ETMEKTİR”
Unutmayalım ki, maddî ordularınız ne kadar güçlü olursa olsun; manevî ordularınız yani ilim, fikir, zikir, sanat ve ahlâk ordularınız yoksa çürümekten ve yok olmaktan kurtulamazsınız. Başkalarının gök kubbesi altında yaşıyorsanız çirkini imha etmeye çalışabilirsiniz ama güzeli ihya etmek istiyorsanız yapacağınız ilk iş kendi gök kubbenizi inşa etmektir.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
“DEĞERLERİMİZİ YENİDEN KUŞANMAK ZORUNDAYIZ”
Bu yanlışlara yokmuş gibi yapmaya devam edersek yanlışın bir parçası olacağız. Doğruyu söylemeden, doğruca eylemeden sadece ‘yanlış var’ diye bağırırsak vicdanımızı sahte bir teselliyle avutacağız. “Birileri artık bu yanlışları düzeltmeli” deyip kenara çekilirsek yükü omuzlamanın külfetinden eleştirmenin kolaycılığına kaçmış olacağız. Kendimi düzeltirsem yeryüzü bir yanlıştan kurtulacak” şuuru içinde emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak derdiyle yaşarsak, işte o zaman gerçekten bir şey yapmış olacak ve kim bilir belki o zaman gençlerimize yaşayan bir örnek olarak hem kendimizi hem de onları bu ateşten kurtaracağız! Çünkü hepimiz bu gençlere bir yarın borçluyuz. Bugünkü gençliğin artık bilgiye değil temsile ihtiyacı var. Gençler karşısında söylemlerimiz ile eylemlerimiz çatışınca inandırıcılığımızı yitiriyoruz ve kim olursak olalım temsiliyet konumumuzu kaybediyoruz. Zira batılı gibi yaşarken; atamız dedemiz gibi düşünüyor, çocuklarımızı ve gençlerimizi onların zihniyle yetiştirmek istiyoruz. Eylemlerimiz söylemlerimizi yalanladığı için de gençler itaat yerine “isyan” yolunu seçiyor. Çünkü gençler bizim maskeli hayatımızdan, riyakâr tutumumuzdan kaçıyorlar. Ya bizim yapmaya çalıştığımız ancak sahip olduğumuz din dili ile maskelemeye çalıştığımız hayatı apaçık ve sonuna kadar yaşamak istiyorlar ya da bizim bu riyakâr hayatımıza isyan ederek kendi yollarını bulmaya çalışıyorlar. Var gücümüzle, gece gündüz demeden, çalışıp didinerek dün, bizi onurlu, üstün ve dünyanın gıpta ettiği insanlar konumuna taşıyan değerlerimizi yeniden kuşanmak zorundayız. Çünkü milli ve manevi değerler diye genelleştirilmiş değerlerimizi, kınayanın kınamasından çekinmeden; çağdaşlık maskeli baskılara aldırmadan sahiplenmemiz özlediğimiz insan modeline ulaşmamızda yegâne yol gözüküyor. Ötesi sadece lafazanlık!
Röportaj: Songül DURSUN