ÖNSÖZ
İlk okuduğumda şaşırıp kalmış; beynimin duvarlarındaki yansımasını epeyce duyumsamış ve düştüğümüz bu hal ile bir hüzün deryasına kapılmıştım.
Almanya’da bir iş adamı 30 yıl boyunca evini temizlemeye gelen kadını dünya gözüyle hiç görmemiş, adam her sabah işten eve giderken kadının günlük ücretini bir zarf içinde belli bir yere bırakmış; kadın da gelip evin temizliğini yapıp gitmişti. Evet, hiç görüşmemişlerdi ancak kadın onun en mahrem dünyasına girmiş, en özel eşyalarına dokunmuş adını “iletişim çağı” koyduğumuz bu çağda ‘iletişimsizliğin alasını’ yaşamışlardı. Bugün büyükşehirlerde ise yığınla insan yanyana, saatlerce birbirine vücutları değdiği, göz göze kaldıkları halde tek kelime dahi etmeden yolculuk yapıyorlar.
Dedik ya adı “iletişim çağı”.
Güzelim coğrafyamızda akrabadan öte yaşanan komşuluk ilişkileri, mahalle sohbetleri, bir vücudun azalarıymışcasına dorukta yaşanan muhabbet, tarihin tozlu raflarında yerini alırken uğradığımız bu müthiş bilinç kaybı; tek merkezden servis edilen ve hafızalarımızı topyekûn yok eden bir kültürsüzlük dalgasının işgal etmesi ile de zirveye ulaşmış durumda.
Sahip olduğumuz insanî değerler erozyona uğramaya yüz tutmuş, sınırsız bir dünyevileşme tüm benliğimizi esir almış; bireysellik, bencillik, çıkarcılık, çekememezlik ve tahammülsüzlük gibi olumsuz değerler ilişkilerimizde en ön sıradaki yerini almakta gecikmemiş; bütün bu beşeri zaaflar da toplumumuzda mutsuz, umutsuz, olumlu düşünemeyen ve paylaşamayan kişilerin sayısını artırarak yazık ki bugün hedefine ulaşmıştır.
Parkta yatan kimsesizler, sahillere vuran cesetler, açlıktan ölen ve soğuktan donarak can veren insanlar, toplumun büyük bir kesiminde baş gösteren geçim sıkıntısı ve yetememe telaşı, arşa yükselen ağıtlar, yanan ve yakılan yürekler, gözleri sadece bir resim karesine mahkum bırakılmış bağrı yanık anneler de ulaşılan bu hedefteki en önemli resim kareleri olarak göze çarpıyor.
Bakın televizyonlarımıza ve lütfen birer kültür celladı kanallarımızdaki, dizilerimizdeki özendirici tabloları irdeleyin! Kültürümüze, aile yapımıza, değerlerimize, kutsallarımıza ve toplumsal dinamiklerimizi yerle bir etmek adına sarf edilen eforun dışında başka ne görebiliyorsunuz? Bozuk bir Türkçe, yarım cümleler, güneş görmemiş küfürler, kocasını aldatan ve bunu gururla anlatan kadınlar, tüm kültürel değerlerin ayaklar altına serildiği evlilik programları, kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmeye odaklanmış zihniyetlerin yakalandığı ‘tekfiriyet’ hastalığı, ölü yarıştıran bir zihniyet; renge, dile, dine, ırka bürünmüş bir zulüm tablosu.
‘İletişim’ çağının (!) barometresi olarak addedilen sosyal medyaya bakın; haklı olma telaşı içinde “ayetleri” bile neshedecek kadar gözü kararmış; Allah’ın affetme ihtimali sonsuz olan kullarının celladı kesilen ve onun “Rahman” sıfatına ortak olabilmek(!) adına kendi çıkarlarına ve “ego putlarına” tapma telaşında milyonlarca insan var.
Yani amacı amaçsızlık olan koca bir güruh çarpmıyor mu gözünüze?
“İyi”ler tabi ki var ama yazık ki hep olduğu gibi ‘azınlık’ ve ne acıdır ki ‘pasif iyi’ olarak kalmayı tercih ediyorlar.
Düne, on yıl veya yüz yıl öncesine kadar çok daha rahat görünsek de, artık “insan” kavramının “insanlık” kriterlerinden ne kadar uzaklaştığının; çamurdan yaratılmışın ne kadar çamurlaştığının; insanın ne kadar yalnızlaştığının, mutsuz hayatların en yüksek perdeden haykırışlarının ve toplumun hemen her bir ferdini esir alan “boşluk” kavramının okunması için kahin olmaya gerek var mı?
İçinde yaşadığı koca kalabalığa rağmen yalnızlığın dipsiz kuyusuna terk edilmedi mi insan? Annenin babayla, babanın oğulla, annenin kızıyla konuşamadığı; herkesin 120 m2’lik bir çatı altında dahi kendine ait bir dünya kurduğu ve “anlaşılamamaktan” şikayetçi olduğu bir tablo yok mu önümüzde?
Modern kentsel yaşamla birlikte apartman hayatının artışı, teknolojik aletlerin etkisi, post-modern anlayışın geliştirerek bireysel ve toplumsal yaşamın merkezine yerleştirdiği sanal âlemin etkisi ile oluşan yeni yaşam tarzı; geçmişten, gelenekten, dini motiflerden gelen değerleri öteleyip toplumsal hayatın dışına itti maalesef.
Yaklaşık iki buçuk asırdır, dindar kesimlerin; güç ve teknoloji üzerinde yükselen Batı Avrupa ve onların ortaya koyduğu modern değerler(!) karşısında yenilgi psikolojisi ile oluşan nisbetleşme duygusu ve yetersizlik kompleksi de buna eklenince değerlerin ötelenmesi ve yitirilmesi hızlandı.
Baş döndürücü hızla meydana gelen bu etkileşim bizler için ihtiyaçtan ziyade bir özenti halini aldı. Bu sayede de en çok tv programı izleyen, telefon kullanan, internet başında sabahlayan toplumlardan biri haline geldik rutin yaşantılarımız içinde bir “farkındalık” arama telaşı içinde ve kültür emperyalizminin ilmiğini kendi ellerimizle boynumuza geçirdik.
Yıllar yılı beynimin duvarlarında yankılanan, gönlümü taşıran ve benim hüzün deryalarında kulaç atmamı sağlayan bu yozlaşma ve yukarda arz etmeye çalıştığım sebepler, elinizde duran bu ‘ilk’ roman deneyimimin de mimarı oldu aslında.
Gerçek bir hayat hikayesinin yansımalarıyla hayat bulan ve kendi yaşam çizgimden de derin kesitleri bulabileceğiniz kurgusal bu çalışmada, “adem” doğmak ile “adam” olmak arasındaki o incecik çizgiyi; kâh duygularınıza hükmetme gayreti içinde, kâh dini motiflerin ortaya koyduğu vicdani gerçekliklere dikkat çekerek, kah insan olmanın beraberinde getirdiği “basiret ve feraset” kavramlarına yüklenerek bir roman edası içinde resmetmeye çalıştım.
İnsani, vicdani, Kurani ve Muhammedi hakikatleri en yüksek perdeden haykırma çabası içinde olduğum bu çalışmanın “İlk” olmasının beraberinde getirdiği beşeri eksiklik, aksaklık ve yanlışlıklar ise affınıza ve anlayışınıza muhtaçtır.
Gayret bizden, tevfik ise Yüceler Yücesi Rabbimizdendir.
“Diriliş”lere vesile olması dua ve temennisiyle.
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU