ÖNSÖZ
Hayatın eskiye oranla daha hızlı aktığı bir zaman dilimini
yaşıyoruz artık ve bu zaman diliminde değişirken bir şeyleri
de bırakıyoruz geride, yerine başka şeyler koyarak. Ama ne
zamanın götürdüklerine mâni olabiliyor ne de getirdikleriyle
nasıl başa çıkabileceğimize dair net bir teklif ortaya
koyabiliyoruz.
Herşeyin çok hızlı yaşandığı, çok çabuk tüketildiği, iman
iddiasında olduğumuz kitabımızın yetmiş beş ayetinde
emredilmesine rağmen akletmenin ve düşünmenin lüks ve
yazık ki zaman israfı sayıldığı bir çağ bizimkisi.
Aynı çağın göğsünden süt emdiğimiz insanları anlamak bir
yana çocukluğumuzdan itibaren yaşadığımız herşey bizi
hızla ama farkettirmeden dönüştürürken bu hıza ayak
uydurmak ve çağın gerisinde kalmamak için odaklanmış
beyinlerimiz bir kalp taşıdığını unutuyor çoğu kez ve bu
koşturmaca içinde kalplerimizin ritmi, fıtri düzeni kaybolup
gidiyor.
Zira birbirimizi görmemek, anlamamak, duymamak için
yaşanmışlıklarımız ve aldanmışlıklarımızın tezahürü önyargılarımızdan, egolarımızdan, aidiyetlerimizden,
zaaflarımızdan, ideolojilerimizden, anlama ve kavrama biçimlerimizden, yorum farklılıklarımızdan, ırkımızdan,
cinsiyetimizden,kibrimizden, ezberlerimizden, statümüzden,
şehrimizden, muhitimizden ve daha bilmem nelerimizin
hepsinden birden duvarlar örmüşüz.
İç içe geçmiş, birbirini bazen örten, sıklıkla tahakküm altına
alan ama hep sinsice saklayan milyonlarca görünmez
duvarların ardından birbirimizi işitmeye, görmeye ve
anlamaya çalışıyoruz.
Kıymetli bir üstadın dediği gibi kelimenin tam anlamıyla
“mış gibi” yaşıyoruz.
Dinlermiş gibi, anlarmış gibi, duyarmış gibi.
Körler çarşısında ayna satan tacir misali tüm bunların
farkına vardığımızda ise iş işten geçmiş oluyor; çünkü
avuçlarda kalan tek şey adına “tecrübe” koyduğumuz
aldanmışlıklara eklenen can kırıklarıyla tıka basa dolu koca
bir yalnızlık oluyor.
Bu yalnızlığın kuyusunda ise dünyaya neden
gönderildiğimizi sorguluyor; gelmenin aslında gitmenin ilk
adımı olduğunun farkına varıyor, sırf bizi göndereni razı
etmeye geldiğimizi anımsıyor; kişinin kendine şefkatinin kul
oluşunun ama başkasına şefkatinin ise Rabbine kul
oluşunu özümsüyor; asıl olanın bilmek değil yapabilmek,
söylemek değil yaşayabilmek olduğunu bir kez daha fark
ediyorsunuz.
İlk iki baskısı iki cilt olan ve bu baskıda yeniden derlenerek
tek cilt haline getirililen elinizdeki bu kitap sizin anlamsız
savaşlardan, ucuz kavgalardan, basit hesaplardan kaçarak
temiz aklın ve diri vicdanınızın öncülüğünde kalbinizin
derinliklerine saklanmanızı; “bugün var yarın yok”
mevzuların hengâmesi içinde ölüp gitmektense, dünlerin
yarınlarda da var olacak olan hakikat incilerini toplayarak
yaşamanın daha insanca olduğunu, yaşadığınız çağa olan
borcunuzu anımsatmak amacıyla kaleme alındı.
Zira inanıyorum ki; borçlunun borcuna kendi borcumuza
koşturduğumuz gibi koşturmadıkça; bir hastanın tedavisi
için kendi hastalığımıza derman arar gibi uğraşmadıkça;
boynu büküğün yüzünü güldürmeye, açın karnını
doyurmaya, yoksulun sofrasına katık olmaya, yetimin
yüreğine dokunmaya, talebenin yetişmesine, garibin işinin
hallolmasına uğraşmadıkça “dünya cennetini” inşa
edemeyeceğiz.
“Uyanışlara” vesile olabilmek temennisiyle.
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU
Haziran, 2021