Kısa süre içinde yeniden yayına açılacak olan sitemizde 1.000 TL ve üzeri kargo ücretsizdir. Kısa süre içinde yeniden yayına açılacak olan sitemizde 1.000 TL ve üzeri kargo ücretsizdir. Kısa süre içinde yeniden yayına açılacak olan sitemizde 1.000 TL ve üzeri kargo ücretsizdir. Kısa süre içinde yeniden yayına açılacak olan sitemizde 1.000 TL ve üzeri kargo ücretsizdir.

OKU ANLA YAŞA VE TAŞI

Tarih: 13.07.2024 07:57
OKU ANLA YAŞA VE TAŞI
OKU, ANLA, YAŞA VE TAŞI

Ülkede düşük okuma oranına rağmen günde iki yüz civarında yeni kitap çıkıyor ve köşe yazarı sayımız milyonu katlamış durumda. Metin yazarlığı, içerik editörlüğü gibi henüz yeni yeni filizlenen alanları saymayacağım. Böyle olunca da doğunca annesinin, okulda öğretmeninin, evlilikte eşinin, askerde (erkek ise) komutanının, işte patron veya amirinin susturduğu bir toplum konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor.

Zilletin tevazu, sünepeliğin ise tevekkül etiketi ile pazarlandığı, hemen herkesin hemen herşeyden şikayetçi olduğu, ama bu şikayet furyasına rağmen kimsenin hiçbir şey yapmak için çaba göstermediği ve eskilerin “kanaat” olarak adlandırdıkları kavramın yerinde yeller estiği puslu bir çağın göğsünden süt emiyoruz hepimiz.

Ülkemize ait istatistikler irdelendiğinde bile her bin kişiden sadece iki kişinin düzenli kitap okuduğu; okumayanların ise ya okuduğu üç beş kitabın önsözü, ya ordan burdan (ç)aldığı malumat kırıntıları ya da google kilisesinden apardıkları ile başımızdan aşağı bu kırıntıları boca ettiği bu çağda da (hep arz ettiğim gibi) herkes herşeyi biliyor.

Bakın ekranlarımıza mesela (güncelliğini koruduğu için) başta sağlık olmak üzere siyaset, eğitim, ekonomi, magazin, spor, alışveriş, deprem, sel, yangın, terör (sayın sayabildiğiniz kadar) konularında konuşanlar hep aynı kişiler hep aynı yüzler.

Sanırsınız ki her birini ayrı ayrı kopyalayıp aynı anda farklı fakültelere ışınlayarak, tüm bilim- ilim- eğitim- sağlık- ekonomi- siyaset okullarından mezun ederek her konuda bilgi sahibi yapmışlar.


Sadece ekranlarda mı böyle bu durum?

Hayır maalesef!

Ülkede az evvel andığım okuma oranına rağmen günde iki yüz civarında yeni kitap çıkıyor ve köşe yazarı sayımız milyonu katlamış durumda. Metin yazarlığı, içerik editörlüğü gibi henüz yeni yeni filizlenen alanları saymayacağım.

Böyle olunca da doğunca annesinin, okulda öğretmeninin, evlilikte eşinin, askerde (erkek ise) komutanının, işte patron veya amirinin susturduğu bir toplum konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor.

Pisa (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) 2018 verilerine göre eline uzatılan Türkçe metni dahi okuduğunu anlamakta 73 ülke arasında 50. olan bir coğrafyada ise araştırmalar yaklaşık 100 bin kelime barındıran ve oldukça zengin bir dil olan Türkçe’mizde en tepemizdeki insanlardan en avam tabir edebileceğimiz insana kadar azami 500 kelime ile anlaştığımızı gösteriyor.

Evet yanlış duymadınız; biz bunca konuşmayı sadece 500 kelimeye sığdırmış durumdayız.

Alemlere rahmet olanın dahi kendisine inen ilk ilahi emri “bilmiyorum” şeklinde bir hitapla karşıladığı, eskilerin “bilmiyorum” erdemiyle tevazunun zirvesine ulaştığı bir manevi mirasın üzerinde tepinirken, kendilerini bilgi kumkuması gören; ama gönülleri konfor,tahakküm, tefrika ve şöhret putlarının işgalinde olan kimseler inanmak istedikleri şeylere delil bulmak için, belki de bu yüzden akıl nimetini inkâra kadar hadsizleşiyor; gözlerinin önündeki gerçekleri görmemekte diretiyorlar.

Belki de bu yüzden kin,ihtiras, intikam,hasetlik misali duyguların esiri olan yığınlar böylesi lafazanların cehaletini ilim diye satın almaktan tereddüt dahi etmiyor; birbirlerinden destek aldıkça da inanmak istedikleri şeye inanıyorlar. Kitabın hikmetine vakıf olmayan idrakler uhuvvetten nasipsiz gönüllerle buluşunca da ümmet sofrasına acı tohumlar eken ve yiyenleri zehirleyen tekfir meyvesi veriyor.

Oysa ki tarihsel sahnelere baktığınızda tefrikaya düşüp parçalanmaya sebep olan tüm illetlerin; cehaletin emzirdiği yanlışların tekrar edilmesinden kaynaklandığı gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz.

Peki, dünyanın hiçbir coğrafyasına nasip olmayacak kadar zengin bir manevi mirasa sahip olmamıza rağmen neden bu haldeyiz?

Bu sorunun buraya sığmayacak kadar uzun bir cevabı olsa da kaynağı “mevcut eğitim sisteminden” geçiyor.

Testlere dayanan, farklı ses ve görüşleri yok eden, kendine öğretilenden başka türlü düşünmeye izin vermeyen mevcut eğitim sistemi  “çocuğum sen kendi cümleni kurma, başkalarının kalıplarını öğren ve bunları yaşam boyu kullan” fikriyatı üzerine bina edildiği için insanların öğrenme arzusu ortadan kalkıyor. Çünkü ezbere dayanan bu sistem kitap okuma alışkanlığını kazandırmıyor; düşünmeye değil, verilen sınırlı sürede kutuları işaretlemeye sevk ediyor. Böyle olunca da kültüre, edebiyata,sanata inanılmıyor ve ortaya da doğal olarak kendini ifadede zorlanan, üçyüz- dörtyüz  kelime ile konuşan bir toplum çıkıyor.  

Oysa ki bu toplumun kutsallık atfettiği kavramlar ve büründüğü manevi zırhın karekodları “oku” emri ile başlıyor!

“Oku” ile başlayan bu emir, “anla” ile devam ediyor, “yaşa” ile hayat buluyor, “taşı” ile de kemâle eriyor. Çünkü onunla tanışma şerefini elde etmiş nasiplisine  insan kalmanın yol haritasını ısrar yerine teklif eden Kelamullah, aslında her ayetle “işaret” ederek “bana bak” demek yerine “gösterdiğim yere bak” diyerek kâinat kitabını işaret ediyor.

Bu yüzden olsa gerek ki sadece okuyup, edindiği bu bilgiyi yaşamayanı “kitap yüklü merkeplere” benzetiyor.

Ama her yerde gürül gürül Kur’an okunuyor?

Evet, bugün İslâm coğrafyalarının tamamında “gürül gürül” Kur’an okunuyor; yetinilmiyor eskiye nazaran imkânlar teknolojik erklerin de yardımıyla zirveye çıkmış durumda, doğru ama bugünkü okumalar “özünden” değil “yüzünden” yapıldığı için ayetlerin işaret ettiği yer görülemiyor ve bu yüzden de bu okumalar hayatın içine karışamıyor.

Hayatın içine karışmadığı için de sinirleri alınmış, içi boşaltılmış, ihlastan uzak, belli bir zaman dilimine hapsedilmiş şekilsel ibadetler, kutsallık gömleği giydirilen zaman ve mekanlarla toplumun hava, su, toprak kadar ihtiyaç duyduğu Kelamullah tarafından “işaret edilen” sevgi, merhamet ve adalet kavramları kimseye hayat veremiyor.

Bu kodları birleştirdiğinizde ise aslında muhatap olunan kitaptaki kelimelerin salt “okunmak” için değil, “dönüştürmek” için indiği gerçeği ile yüzleşiyorsunuz ve anlıyorsunuz ki bu işaretler sahih bir okumayla yapıldığında, “vahiy” sıfatı ile dönüştürüyor.

Bu dönüşümün adı insan olunca karşınıza “Hz Muhammed(sav)”, toplum olunca “sahabe”, zaman olunca da “Asr-ı Saadet” olarak beliriyor.

Yani aslında dönüşüm; sanıldığı üzere toplumdan değil, fertten başlıyor ve kendini dönüştürebilen kişiye adım adım niyetinin temizliği ve çabasındaki mukavemet nispetince toplumu dönüştürme nimeti sunuluyor.

Yıllar yılı okumalarımdan elde ettiğim bu farkındalık, yazılarımda hep sızlandığım beş yıl önce Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılan araştırmaya göre yüzde 98’i müslüman olduğunu iddia ettiği halde yüzde 92’sinin bir kez dahi olsun Kur’an Meali okumadığı bir toplumda geriye kalan yüzde 8’lik kesimin dahi aslında bu dönüşümü neden yaşayamadığını benliğime tokat gibi çarpıyor.

Zira “oku,anla, yaşa ve taşı” dörtülüsü üzerine bina edilen bu işaretleri; okuyup anlayan yüzde 8’lik kesim, bütüne ait “temsil” olarak nitelendirebileceğimiz “yaşama ve taşıma” kısmında yazık ki eksik kalıyor. Bu kesim, yazık ki birbirini tekfir etmeye odaklandığı için görülemeyen bu eksiklik de toplumun aç ruhunu doyurmuyor, kanayan yaralarını sarmıyor, istikametini asli değerler olan sevgi, merhamet ve adalete yönlendiremediği için dönüşümü sağlayamıyor.

Peki bu işi nasıl başaracağız derseniz?

Öncelikle “dönüşümün” kendimizden başlaması gerektiği gerçeği ile yüzleşmek zorundayız.Çünkü, âlemlere rahmet olanın hayatına baktığınızda yaklaşık beş yıl süren Hira Okulu” bu değişimin bireyden başlaması gerektiğinin en önemli işaretlerinden biridir.


Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” gerçeğini benliğimize fısıldayan bu okul; hakikate talip olan, bilgeliğe erişerek sevgiyi,merhameti, adaleti yaymak isteyen ve bu sayede de toplumun ıslahına çalışan kişiyi özüyle buluşturduğu gibi aynı zamanda mekansal olarak bir “mağara” olduğu için hayat standartlarındaki en alt seviyeyi gösteriyor.

Yani bu okulun ilk şartı, “fedakarlık”.

Öyle ya, fedakârlık olmadan hiçbir dava yürümez, yürütülemez. Ama bu fedakârlık, okuyarak ve dinleyerek değil ancak yaşamakla, yaşatmakla öğrenilir ki, bu durumda yaşayan modeller çok önemlidir.

Konuyu fazla uzatmamak adına “fedakarlık” konusuna burda girmek istemesem de kısaca diyebilirim ki, bugünkü İslam dünyasının en büyük çıkmazı öndeki zatların sorunlu olmasıdır!

Zira âlemlere rahmet olanın kanaat, şükür, tevazu dolu ve “hiçlik” üzerine bina edilmiş yaşamına rağmen; bu değerleri anlatan, O’nun kürsüsünden, O’nun hırkasıyla bağıran ama bir eli yağda bir eli balda olan lider ve hocalardan fedakârlık değil ancak sefahat öğrenilebilinir!

Çünkü kendinden başlamak adına “Hira Okulu”na adım atan birey; dünya adına tüm beklenti, istek ve taleplerini o “mağara”nın kapısında bırakacak ve böylelikle de bu standarda alışan bir birey olarak hayatta karşısına çıkan hiçbir engele karşı yılgınlık göstermeyecek, şikayet yerine şükür makamında olacak; okuma ve anlamalarından elde ettiği bilgiyi “hâliyle” “yaşa”maya başlayacağı için yaşadığı çağa (çevresinden başlayarak) “taşı”maya da adım atmış olacaktır.

Rabbim her birimize “özünden” okumayı, bu “özü” anlamayı ve yaşamayı; dilimizden ziyade “hâlimizle” taşımayı nasip etsin!
Yükleniyor...