KELİMELER BOŞLUĞU DÖVÜYOR!
Başta kendi nefsim; geri dönüşümüz, özümüzle yeniden sarmaş dolaş oluşumuz, içine düştüğümüz karanlık ‘ben’lik kuyusundan çıkışımız, her tarafımızı saran zincirlerimizin esaretinden kurtuluşumuz, her biri bir tarafa dağılan parçalarımızı yeniden toparlayıp bütün oluşumuz; bunca eksildikten, bunca eskidikten sonra unuttuklarımıza yeniden kavuşmamız mümkün mü bilmiyorum.
Doğduğum günden nefes alıp verdiğim şu ana kadar ömrümün her bir saniyesi sihirli bir el tarafından fotoğraflanmış ve şimdi beni kaldırıp sararmış, kırılmış, yanmış, buruşmuş, renkli, siyah beyaz, büyük, küçük, flu, net milyarlarca fotoğraftan oluşan bu denizin içine atmışlar gibi, uçsuz bucaksız bir fotoğraf denizinin orta yerinde duruyorum.
Sadece yaşanmışlıklarım, adanmışlıklarım, aldanmışlıklarım değil; okuduğum, bildiğim, duyduğum, gördüğüm, hissettiğim her bir şeyin, ayaklarımın altından gözümün görebildiği en uzak noktaya kadar fotoğraf kareleri olarak sergilendiği bu denizde ensemde mermisi namluya sürülmüş bir tabanca ile benden bir şey bulmamı istiyorlar; ama ben aradığımın ne olduğunu bilmiyorum.
Bulduğum vakit anlayacakmışım neyi aradığımı. Bu arayışa dair tek bildiğim şey bu.
Belki bir kulaç ötemde, belki de bu fotoğraf denizinin en dibinde; milyarlarca fotoğrafın içinde saklı “o fotoğrafı” bulabilmek için kan ter içinde çırpınıyorum. Elime alıp bıraktığım her yanlış fotoğraf için tetiğe bir kez basıyor arkamdaki el; ben ölmüyorum ama benim her bulamayışımda enseme sıkılan mermiyle dünyanın bir köşesinde bir insan ölüyor. Yanıma boş kovanlar yerine, ben bulamadığım için ölenlerin fotoğrafları düşüyor.
Feryat figân devam ediyorum aramaya.
Duyduğum, gördüğüm, hissettiğim, bildiğim, merak ettiğim; lüzumlu, lüzumsuz aklınıza gelecek her şeyin bir fotoğraf olarak karşıma çıktığı bu denizde kendime kızıyor, kendimle kavga ediyorum. Bu denizi bu kadar büyüten benim çünkü. Duymasam, görmesem, bilmesem, merak etmesem de olacak ne kadar çok şey olduğunu şimdi anlıyorum.
Ben bulamadım diye yangın yeri dünya ve kimseler bilmiyor bunu, o an fark ediyorum.
İnsanlar sebebini değil, bahanesini biliyor Halep'te ölen çocukların. Rusya bombaladı diyorlar, Esed rejimi diyorlar, DEAŞ diyorlar. Arakan'da yakılarak can verenlere bakıp Budistler diyorlar, ateş diyorlar. Somali'de ölenleri açlığın, Filistin'de can verenleri İsrail'in katlettiğini düşünüyorlar. İnşaattan düşen işçinin faturasını iskeleye kesiyorlar, köprü altında son nefesini veren çocuğun uyuşturucuya, dağlarda şehadete yürüyen yiğitlerinkini teröre.
Nerede bir zulüm varsa bahanesini biliyor insanlar, sebebini değil.
Sebep benim oysa.
Benim bulamayışımdan, benim olamayışımdan, benim fark edemeyeşimden oluyor ne oluyorsa dünyada. Binlerce anlamsız ve bir o kadar gereksiz fotoğrafla zapt edilen zihnim, kirlenen kalbim, üzerindeki örtüyü kaldırıp bir türlü atamadığım zavallı ruhumla yeryüzündeki bütün ölümlerin sebebi, sadece benim.
Kan ter içinde, yanıma düşen her fotoğrafın ürküntüsü ile her fotoğrafı tek tek elime almaktan vazgeçiyorum bu kez; zira, aradığımın diğerlerinden ayrı olduğunu hissediyorum. Uzaktan görsem tanıyacakmış hissi içinde ellerim birer kepçe gibi kaldırıp atıyor fotoğraf yığınlarını.
O karanlıkta ışıldayan bir şey çarpıyor o an gözüme. Eğilip alıyorum.
Diğerlerinden çok farklı bu, içinde ben varım ve hareket ediyorum. Fotoğraf değil bu, sanki bir ayna. Silah sesi gelmiyor bu kez, şaşırıyorum. Ensemdeki silahı tutanı görmek için hafifçe çeviriyorum aynayı. Kendimle göz göze geliyor ve arşa yükselen sessiz ağıtlarla; ben, bana fısıldıyorum;
“Sen kendini fark edebilseydin, olur muydu bunca şey? “
Eminim hepimiz sürekli insanı kendine çağıran bunun gibi sahneleri okuyor, yazıyor, konuşuyoruz. Zira hepimiz kendimizde olmadığımızın, olmamız gerektiği gibi olamadığımızın ziyadesiyle farkındayız bence; ama bu okumalar, bu fısıltılar, bu konuşmalar sanki kendimize dönmek için pek işe yaramıyor ve bizi olduğumuz yanlış yerden kımıldatmaya yetmiyor. Çünkü hepimiz bulunduğu bu yabancı yerle içten içe barışık, bunca ‘kendine dön’ çağrısına rağmen; tüm bunları yaşama suçumuzu aklamak için birer imkân olarak kullanıyor gibiyiz.
Başta kendi nefsim; geri dönüşümüz, özümüzle yeniden sarmaş dolaş oluşumuz, içine düştüğümüz karanlık ‘ben’lik kuyusundan çıkışımız, her tarafımızı saran zincirlerimizin esaretinden kurtuluşumuz, her biri bir tarafa dağılan parçalarımızı yeniden toparlayıp bütün oluşumuz; bunca eksildikten, bunca eskidikten sonra unuttuklarımıza yeniden kavuşmamız mümkün mü bilmiyorum. Ama hayatın geçiştirilen, harcanan, tüketilen değil; yaşanan, yaşandıkça anlamına erişilen ve anlamına erişildikçe de hakikatine kapı açılabilen bir şey olduğunu anlamak zorunda olduğumuzu biliyorum.
Bu zorunluluğumuza rağmen her şey giderek topluca kapıldığımız büyük bir illüzyona dönüşüyor, hem de baş döndürücü bir hızla.
Sabah kalkıp zaten akmakta olan bir sürece dahil oluyor; kendimizi yeniden fazlasıyla geciktirilmiş ve tabiatıyla bölük pörçük bir uykunun ellerine teslim edinceye kadar herkesin yaptığı şeyleri, herkesin yaptığı gibi ve herkes kadar kendimizi kaptırarak yapıyoruz.
Uyku dediğimiz şey; tercih ettiğimiz bir şey değil artık. Yorgunluğa yenik düştüğümüzden kapısını çaldığımız; yeniden başlamak, yeniden illüzyona dahil olabilmek, yeniden kendimizi döngüye katabilmek için mecbur olduğumuz bir mola; daha büyük bir uykuya güç toplayabilmek için zorunlu istirahat halini aldı ezici bir çoğunluk için.
Bir enformasyon çılgınlığı içinde hemen her şeyin belli bir otomasyona tabi tutularak pazarlanabilecek bir kıvama sokulduğu; zihninizde kurduğunuz ve büyük bir özen göstererek oluşturduğunuz ifadeler başta olmak üzere söylenen, yazılan, ifadeye dökülen her şeyin saniyeler içinde en olmadık yerlerde, anlamından en uzak şekillere sokularak, eğilip bükülerek, çoğu zaman anlamından tamamen soyulup kontrolsüzce tüketilmiş birer atık olarak o dijital çöplüğün içine; tüketilmiş milyarlarca sözün, kelimenin, cümlenin yanına atıldığı bu illüzyonik dünyada kendimizi fark edebilmenin fırsatı da her geçen gün aynı hızla yazık ki kayboluyor.
Yanlarına her biri bir duyguyu ifade eden ruhsuz emojiler koyduğumuz; karanlık çağlara yön veren, tarih boyunca insanları aydınlatan ve çaresizliklerine çare olan asırlar öncesinin hikmetli sözlerinin dahi; bugün oraya buraya yapıştırdığımız birer havalı sticker karalaması, her işe yarayan elverişli birer anlam lekesi olduğunu görmek, benim gibi avuçlarının içinde anlam biriktirmeye çalışan insanların yüreğini sızlatsa da; güzellikleri, orasına burasına takıp takıştırdığı birer yalana, incelikleri birer kuru tekerlemeye ve derinlikleri hayatın dekorasyonu için bozdurup harcadığı ucuz birer objeye, zevksiz birer nesneye dönüştüren; samimi olan her gayretin üstüne basılıp geçilen bu zihinsel erozyon ve duygusal çölleşme yazık ki kanser hızıyla yayılıyor.
Hareketler, sözler, yargılar, ithamlar, ihtiraslar, özensizlikler, dikkatsizlikler, kabalıklar, nezaketsizlikler ve bencillikler başta olmak üzere her türlü zarar ve ziyanın hayatın özüne nasıl fenalıklar getirdiğini, kötülüklere hangi kötülükleri eklediğini, kötülükleri nasıl çoğalttığını düşünmeyen ve bunun muhasebesini yapamayan; hiçbir durumda, kurulmuş hiçbir cümlede, kötülükle yakından uzaktan ilgili hiçbir yüklemin öznesi olarak kendini görmeyen bir toplumda beynini patlatırcasına cümleler kurmaya çalışmanın, saatler boyu kelimeleri yan yana getirerek anlamlı bütünlükler oluşturmaya çabalamanın bir anlamı kaldı mı diye soruyorum çoğu kez kendime. Zira anlam derinliği ne olursa olsun herkesin tüketimine açık bir tüketim malzemesi haline gelen kelimeler, boşluğu dövmekten başka bir işe yaramıyor artık.
Aynı şehirlerin, aynı muhitlerin, aynı okulların, aynı taşıtların, hatta aynı evlerin içinde ama farklı gezegenlerde yaşar hale gelen bizler, bu gidişatın ya farkında değiliz ya da görmezden geliyoruz.
Tam da bu noktada sormak istiyorum;
Kültürel bütün gayretlerimizin ortalama bir dolaşımın yaydığı ezber ve tekrarlar ile tüketildiği; kendimize özgü daha gerçek bir yol, bir rota, bir güzergâh çizebileceğimiz kişisel arayışlarımızın tükendiği; varlık meselesi de dahil olmak üzere bir zihni inşa edebilecek her türlü malzemeyi her köşe başında tezgahı kurulan klişelerden seçtiğimiz; çocuklarımızın artık uzatmalı ergenliklerinin öncesinde ve sonrasında ne yaparak, ne üreterek, neyi hayranlık verici seviyede gerçekleştirerek ‘fenomen’ haline geldiği bilinmeyen birtakım zevzek kişiliklerin aksırığını, öksürüğünü çılgınca merak edecek kadar şuursuzca, çok boyutlu bir medyatik illüzyona zihinlerini kaptırmış durumda olduğu bu tablo içinde yapmadan duramadığımız şeylerin etrafımızda tuğla tuğla bir esaret duvarı ördüğünü ve muhtemel ki yakında o duvardan başka bir şeyi göremez hale geleceğimizi ne zaman fark edeceğiz sizce?
Ya da bu döngü içinde herhangi bir konuyu hak ettiği derinlik ve zenginlik içinde ucuzlatmadan, yangına dönüştürmeden, hiç kimsenin hakkını, hukukunu çiğnenemeden nerede, kimlerle, nasıl konuşabileceğiz, nasıl yazışabileceğiz, muhakeme edebileceğiz fikri olan var mı?
Kelimelerin, duyguların, fikirlerin, ilişkilerin, zevklerin, beklentilerin içinin bu kadar boşalmış ve boşalıyor olmasından rahatsız olmayan bir toplum yaşantısında hayatımızı doldurmayan, bize mutluluk katmayan, seviyemizi yükseltmeyen, zihnimizi zenginleştirmeyen her geçen gün artan yeni alışkanlıklarımızın aynı zamanda bu kadar vazgeçilmez oluşunu kendimize açıklayabiliyor muyuz?
Cevabınız “hayır” ise burada söz tükendi, yazı bitti, şimdi bir kere daha acı acı gülümseyin hali pür melâlinizi dikizleyen ve hayatınızı didikleyen bütün o kameralara!
Ama zihnim ile kalbim arasındaki bu kavgaya dahil olup bu sancıyla kıvranmaksa niyetiniz devam edeyim;
Sizce de kendimizi fark edemediğimiz, gücümüzün farkına varamadığımız, “emanet” bilincini yitirdiğimiz, bir kalp taşıdığımızı unuttuğumuz için olmuyor mu bunca şey?
Kelimeleri ile birlikte ruhunu da yitirdiği için varlığı, bilgiyi ve değeri kendisi gibi anlamlandıramayan ve bu anlamlandıramayışıyla mesuliyetinin yükünden bîhaber siyasetçimiz; eğitimin sızısından mahrum, işi sadece maaş alma olarak gören eğitimcimiz; yardımlaşmanın ruhundan nasipsiz tüccarımız, muhtaç olsa dahi paylaşmanın zevkinden habersiz fukarâmız, tasavvufu mûsikî zanneden dervişimiz, ibadeti cennet beklentisi içinde bir tacir edasıyla muhasebe zanneden âbidimiz, mahallenin berberinden farkı olmayan imamımız; evladının başını emanet bilmeyen annemiz, annesinin ayağını cennet bilmeyen evlatlarımızla kendimizi nasıl fark edeceğiz, bu körlükle geleceğe nasıl yürüyeceğiz bir fikri olan var mı?
Bence göğsünden süt emdiğimiz bu çağın en büyük yalanları, içinde ‘iletişim’ kelimesinin geçtiği cümlelerle söyleniyor. Artık elimizi uzattığımız her yerde ‘iletişime elverişli’ araçlar bulunması, sanıyoruz ki insanları birbirine yakınlaştırıyor, onları günün her saatinde birbiriyle temasa geçiriyor, irtibatlı kılıyor ama böyle olmadığını anlamak için hayatlarımıza kalp gözümüz ile bakmak, görebilen nasipliler için yeter de artar bile.
Peki nedir çözümümüz, biz bu girdaptan nasıl çıkacağız?
Yeniden “biz” bilincine vararak ve merkeze sadece en büyük kutsal olan “insan”ı alarak bence! Ama “biz” bilincine ulaşmamız için “ben” kavramını tanımamız, ‘ben’in içinde ne kadar karanlık varsa aydınlığa ulaştırmamız gerekiyor.
Bunun için de önceliğimiz içine girdiğimiz (satırlarımın başından beri andığım) girdabın vicdanımızı sağır eden uğultusuna kulaklarımızı tıkayıp kalbimizin sesine kulak vermek ve bir kalbimizin olduğunu yeniden fark etmek olmalı.
Bu fark edişle emin olun ki; yürek ülkemizin her girintisi sevgi güneşi ile aydınlanıp merhamet yağmurlarıyla ıslanacak ve çorak kalan gönül coğrafyamız yeniden yeşerecek.
Yüreğimize gelen bahar ile borçlunun borcuna kendi borcumuza koşturduğumuz gibi koşturacak; bir hastanın tedavisi için kendi hastalığımıza derman arar gibi uğraşacak; boynu büküğün yüzünü güldürmek, açın karnını doyurmak, yoksulun sofrasına katık olmak, yetimin yüreğine dokunmak, talebenin yetişmesine, garibin işinin hallolmasına uğraşmakla da bizden ısrarla istenen “dünya cennetini” inşa edeceğiz.
İnşa etmekle nasipleneceğimiz bu dünya cennetinde elinden iyilerden olmaktan ve iyilik yapmaktan başka bir şey gelmeyecek; kötülük etmeye ve kötülerden olmaya kabiliyeti olmayacak bir gönülle; ne sevabı ötelerdeki cennet arzusuyla işleyecek, ne günahtan cehennem korkusuyla kaçacak; cennet ve cehennemin Rabbine duyduğumuz sevgi ve o sevgiyi kaybetme korkusu ile istesek de günah işleyemeyecek, istemesek de her halimizi ibadet zevkine bürüyecek bir ruhla dokunduğumuz her yer cennet, aldığımız her nefes huzur kokacak.
Zira ulaşmaya çalıştığımız ötelerdeki cennet, bu dünya için kardeşlik, paylaşım, bölüşüm, sevgi, merhamet, adalet, eşitlik, doğruluk, dürüstlük, özgürlük demektir! Sonradan ortaya çıkan bütün ayrılıkların gayrılıkların sona ermesi; “takva” elbisesi dışında bütün elbiselerin çıkarılması; “erdem” dışında bütün rütbelerin sökülmesi; “insan” dışında bütün renklerin, ırkların, kabilelerin, dillerin anlamsızlaşması; “sahiplenme” dışında bütün bölüşmelerin ortadan kalkması; “sevgi” dışında bütün hislerin bayağılaşması; adalet dışında bütün otoritelerin yok olması demektir.
Bu kavramlar için mücadele etmeyenlerin ötelerdeki cennet beklentisi ise emin olun ki sadece bir ütopyadan ibarettir.
Çünkü işaretler net ve açıktır!
Önceki günlerde güldüren “o son gün de” gülecek…
Önceki günlerde ağlatan “o son gün de” ağlayacak…
Yaşatan yaşayacak, öldüren ölecek…
Kahreden kahrolacak, sevince boğan sevince boğulacak…
Mutlu eden mutlu olacak, azap çektiren azap çekecek…
İnsanların dünyasını cennete çeviren cennete, cehenneme çeviren cehenneme girecek…
Farkındalığı yakalayabilme temennisiyle.