KANAMADAN GÜZELLEŞEMEZSİNİZ!
Öyle bir çağ ki hissetmeye, akletmeye, fikretmeye, şükretmeye, söylemeye, dinlemeye , durmaya, durulmaya, görmeye, kavramaya, duymaya, dinlenmeye , olmaya, oldurmaya, olgunlaşmaya vaktimiz yok hiçbirimizin.
Biliyorum; acıyı, gözyaşını, hüznü ısrarla reddeden kişisel gelişim kitaplarının aksine bu başlık bir çoğunuz için çok tuhaf ve itici geldi.
Ama ben yaşam sürecinde yaşanan acıların, dökülen gözyaşlarının, çekilen sıkıntıların insanı olgunlaştırdığına ve insanı kendi varoluşu üzerine sorguya çağırdığına; güle o muhteşem kokuyu veren şeyin yaşadığı doğum sancısına ve bağrındaki o muhteşem kokuyla bütünleşen dikenleri olduğuna inananlardanım.
Hüzün ve gözyaşından soyutlanmış bir yaşama, bu yaşamın vazettiği imitasyon mutluluk kavramına karşılık, zannımca yaşadığımız olaylar silsilesi veya başımıza gelen bir musibet bize ne ölçüde acı verdiyse bize verdiği ders de o kadar derin oluyor.
Öyleyse, ariflerin “külfet olmadan nimet olmaz” tespitinden yola çıkarak diyebiliriz ki; madem ki yaşamı kendini bulma ve bir olgunluk yolculuğu olarak tanımlıyoruz; bu yolculukta “hayat” denen bilgelik; sunduğu ağır şartlar, yedirdiği yumruklar, aldırdığı darbelerle bence bize yaşama sanatını öğretiyor.
Peki nasıl?
İlkin “dinsel terminoloji” penceresinden bakalım;
İlahi hitapta geçen olaylar dizisinde vahiyde bazen Hz. Musa (as)’da olduğu gibi azgın bir devlet terörü; çocukları bir sepete koyup ırmağa attırırken, binlerce annenin döktüğü gözyaşından sinerji yaratarak, ırmağa terk edilerek büyümüş bir çocuğun ruh dünyasında şiddetli bir vicdanî patlamaya dönüşerek ortaya çıkıyor!
Bazen Hz. Yusuf (as) kıssasında olduğu gibi kuyuda bulunmuş bir çocuğun vicdanı oluyor. Bazen Hz. İsa (as) ile ilgili ayetlerde olduğu gibi mabet basıp masaları sandalyeleri yerlere fırlatarak "Allah'ın evini ticarethaneye çevirdiniz" diye haykıran, bu bezirgân din tacirlerini göre göre büyüyen bir çocuğun çarmıha yürüyen dilinde "kelime" oluyor.
Dikkat edin! Bütün bunlarda öksüzlük, dram, trajedi, yalnızlık ve gariplik var ve hemen hepsi öksüz veya tek başına! Kimisi annesi babası olmama anlamında, kimisi onları bir şekilde kaybetme anlamında, kimisi de toplumu içinde yalnız kalma anlamında acıların göğsünden süt emerek kemale eriyor!
Alemlere rahmet olanın hayatında da durum farklı değil. Hayatını okuyup yaşadıklarına vakıf olduğumuzda sol yanımız acıyor ama onu acıdan emziren kudret, aslında onu peygamberlik gibi kutsal bir vazife için kemal noktasına taşıyor;
Daha dünyaya gelmeden babasını kaybediyor. Dört yaşına geldiğinde annesi sonsuzluğa göçüyor. İçinde yaşadığı toplum tarafından hor görülüyor, dışlanıyor, hakaret ve tahakkümlere maruz kalıyor. Onu bir baba şefkati ile büyüten dedesi ile birlikte yoldaşını, yol arkadaşı Hatice (r.a)’sini kaybediyor. Bir baba olarak yedi çocuğunun altısını kendi elleriyle gömüyor. Ama alemlere rahmet olarak gönderildiği bizzat Allah tarafından müjdelenen bir insanın peygamberlik vazifesini aldıktan sonra da acı, hüzün ve gözyaşından emzirilerek verilen bu mahrumiyet eğitimi ona “kemal” sıfatına ulaşmanın kapılarını ardına kadar açıyor.
Zira mahrumiyet eğitimi alan, acılarından beslenmeyi, acılarını sevmeyi bilen bir insan takdir edersiniz ki her şeyden önce elindekinin kıymetini bilir. Yokluk ve acı yaşayan insanların halinden anlar. Zor şartlara karşı dayanıklı hale gelir. Sorumluluk alma, onları taşıma kapasitesi genişler. Her şeyi başkalarından beklemeden bir başına yapmayı öğrenir. Bahane üretmez zira yaşadıklarının ona sunduğu tecrübeler ile hep önde olur ve hep öncü olur!
Tabi ki hiçbirimiz O (sav)’nun yaşadığı sıkıntı ve elemlere katlanamayız ve bu satırların gayesi onun gibi mahrumiyet eğitimi alırsak olgunlaşırız iddiasını desteklemek değil. Ama ben kendi adıma özellikle günümüz gençliğini gördükçe mahrumiyet eğitiminden mutlaka geçmeleri gerektiğini düşünüyorum. Neden derseniz de kanımca mahrumiyeti yaşamayan ve hayatın sunduğu acılardan beslenmeyen insan kalıbın içine giren ama orada yeterince kalmadığı halde kalıbı sökülen taşıyıcı beton kolonlara benziyor ve ne yaparsanız yapın o kolon eninde sonunda yıkılıyor.
Siyer kitapları alemlere rahmet olan da dahil olmak üzere tüm peygamberlere çobanlık yaptırılmış olduğunu açık seçik yazıyor. Tevdi edilen bu görev ile ilkin seçilmiş bu insanların sorumluluk bilinci genişletiliyor. Kendilerine emanet edilen hayvanları korumaları ile onlara bir güven duygusu beslenmesinin kapısı açılıyor. Başkalarını düşünme ve onların, hayvanlarının emniyeti için tedbir alma bilinci aşılanıyor. Tüm bunlarla beraber yöneticilik vasıfları kodlanmış oluyor; zira çobanlık mesleği ile tüm bu seçilmişlere adeta yöneticilik stajı yaptırılıyor.
Tabi sadece bu kadarla da sınırlı değil acılardan beslenip kemale ermek;
Mekke’de gelen ilk inen ayetler bir şuur gayesi taşıyarak “neden” sorusuna cevap verirken; sonraki yıllarda inen ayetler ise bu şuuru yaşama taşıyıp “neden”in bu kez “nasıl”ına cevap veriyor.
Kanımca bu tablo aynı zamanda Allah’ın tüm zamanlara örnek olabilecek bir toplumun inşasına “nereden” başladığı ve buna “nasıl” devam ettiği konusunda bize rehberlik yapıyor. Zira “Mekke’yi yaşamadan yani oradaki yokluğu, sıkıntıyı, darlığı, ambargoyu soluklamadan Medine inşa edemez, medeniyete kavuşamaz ve oradaki bolluğa eremezsiniz” realitesini benliğimize fısıldıyor. Bir başka açıdan bakarsanız Mekke yılları yokluk, Medine yılları varlık yılları. Yani ilahi mesaj net; külfet olmadan, nimet olmuyor, çünkü ilahi kodlama insanın kaderini ve kazancını çabasına bağlıyor.
“İman” kaleminin mürekkebi; Mekke’de yaşanan acı, gözyaşı, sıkıntı dolu o yılların gölgesinde “niçin” sorusu ile doluyor; Medine ise bu kalemin kâinata yazdığı sevgi, barış, kardeşlik, merhamet ve adaletin çağlar ötesine günümüze taşınan gerçekliğinin kitabını yazıyor.
Yani Mekke dönemi insanlık tarihinde insan kazanmanın, insan yetiştirmenin en zor olduğu bir yeri “medeniyet şantiyesi” haline getiriyor. Bu yüzden Mekke, vahiy denen kutlu yükün altına girecek, onu bütün bir insanlığa yaymayı dert, dava ve görev olarak bilecek, bu uğurda her şeyinden vazgeçebilecek insanların yetiştiği bir okul oluyor.
Açın bakın o mukaddes yıllara; Mekke, alemlere rahmet olanın önderliğindeki sahabenin sırtlarına aldıkları ve bu uğurda her bedeli göze aldıkları yükün ana rahmi ve bu rahim kıyamete kadar milyarlarca insanın cennet girmesine, Rablerinin rızasına ulaşmasına vesile olacak bir emanet taşıyor.
Alın başınızı ellerinizin arasına ne olur;
Sizce, tüm sunduğum bu tekâmül ve olgunlaşma süreci bugün acıyı, kederi, gözyaşını, hüznü hayatın merkezinden çekip alan; haz, hız ve ayartıcı güçlere davet eden, insanları köklerinden uzaklaştırıp “benlik” çukurlarında birer tüketim robotu haline getiren, ısrarla kendi Kabe’lerini tavafa çağıran, acıdan beslenmeyi reddettiği için hayatın içinden geçmek yerine onu kıyısından izlemeyi tercih eden kapitalizme esir olmuş günümüz insanının neresine düşüyor?
Oysa ki, günümüz modern(!) insanının tam tersine insanlık tarihine kalabalıklar, güçlüler, zenginler veya yaşam ve zihin konforundan taviz vermeyenler değil; tüm tarih boyunca cesur, vicdanlı, dürüst, özgür ruhlu, sorgulayan ve itiraz eden; bu yüzden de acıdan beslenerek kemal noktasına ulaşan bir avuç insan yön vermiş ve insanlığın her dönemi kendi münzevi yıldızlarını doğurarak önündeki karanlığı aydınlatmıştır.
İnsanlık tarihi boyunca toplumlara kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, idealini ve iddiasını tarihe not düşecek nispette hatırlatabilen bu insanlar, acılardan beslenerek, hüznün tadına vararak ve adeta ilmek ilmek kanayarak kemale ermiş ve birer kahraman olarak tarihe adlarını yazdırmışlar; ellerine aldıkları kılıç yahut kalemle, tespih yahut fırçayla, cetvel yahut mikrofonla insan topluluklarına dil, tarih, ülkü, duygu ve gelenek birliği olmadan millet olunamayacağını ihtar etmiş ve bu gaye uğrunda yaşamışlardır.
Birisi kılıcını kıskandıran iradesiyle, diğeri kâğıtları utandıran kalemiyle, birisi şiiri mahcup eden kubbesiyle, diğeri kubbeleri secde ettiren musikisiyle, birisi okları aciz eden nazarıyla, diğeri zarafete boyun büktüren çizgisiyle, birisi tarihe iz bırakan vakarıyla, diğeri tarihten iz taşıyan letafetiyle ama hep aynı dert, acı, hüzünle yoğrulmuş ve aynı gayenin etrafında cem olmuşlardır.
Peki bu muhteşem manevi birikime rağmen neden “acılarımızdan beslenmekten” kaçıyoruz?
Bence kederlerden arıtılmış bir dünyanın hayali içinde öteler için vaat edilen cennetin rahatını hemen şimdi ve burada “peşin” olarak aradığımız için. Hayatın getirdiklerini yaşamak yerine, kendine yaşayacak bir hayat kurgulama arzusu içindeki insanın kendisini üzecek, kıracak, ağlatacak, acıtacak şeylerden kaçmasının altında da bu sebep yatıyor.
Peki, kendini sadece eğlenme kodlayıp tüketmeye odaklanmış, herkesin ganimet derdine düştüğü bir dünyada; hayata yolculuk gözüyle bakma yetisini yitiren insan, yaşamsal süreçteki anlam derinliğini kavrayabilir; kalbinin acıdıkça güzelleşeceğini, ruhunun acıdıkça derinleşeceğini, bedenin acıdıkça güçleneceğini fark edebilir mi?
Artık farkına varalım ki, insanın terini, emeğini, varoluşunu katmadığı, kendi ruhuyla yoğurmadığı bir hayat ona ne anlam katabilir ne de bir yön duygusu verebilir.
Bu yüzden de kim bana ne derse desin merhametin adım adım öldüğü, acıya tahammülün bir erdem sayılmak yerine birer ifrit gibi kovulduğu, zalimliğin iyice ayyuka çıktığı, ihanetin kol gezdiği, samimiyetlerin acımasızca harcandığı bir dünyada “acıyabilmek, kanayabilmek, hüznün kokusunu alabilmek” var olmak demektir.
İş; acıyı sevebilen, hüznü kucaklayabilen, fark ettikçe dert edebilen yüreği taşıyabilmekte!