İNSAN İNSANA EMANETTİR
Alışveriş yapmak, yeni bir şeyler almak, herkesin sahip olduklarına sahip olmak, popüler şeylerden haberdar olmak, günün trendlerini takip etmek, ekran başlarına çivilenmek, dokunmatik olan her şeye yüzlerce kere dokunmak ama aslında gerçek olan hiçbir şeye dokunamamaktan ibaret olan bu döngüde tüm bunları yapmayı, biraz da bütün dünyaya gösterebilmek, üstümüze takıp takıştırıp sergilemek, insanlığımızın orasına burasına iliştirip kişisel vitrinimize koyabilmek için delicesine bir arzu içindeyiz.
Günümüz dünyası bitmek tükenmek bilmeyen bir değişimin kulakları ve kalpleri sağır eden uğultusu ile dolu. Siyaset, ekonomi, sosyal medya, eğlence ve teknoloji gibi birçok alan, gösterdiği gelişmelerle sürekli dikkatimizi çekmeye ve kendine yöneltmeye çalışıyor.
Kalplerimize ve maneviyatımıza hücum eden birer düşman gibi kıyasıya yarışıyor gibiler sanki. Onlar bu yarışlarında başarılı oldukça bizler ‘tüketmeye’ teşvik ediliyor, sahip olma arzumuzla şahitlik mükellefiyetimizin üzerini örtüyoruz.
Bu nedenle olsa gerek ki adını ‘modern’ koyduğumuz, bu paslı ve beyazları iyiden iyiye kirletilmiş iklimde her birimiz programlanmış tüketiciler hükmündeyiz artık.
Yapay, kurgusal, rötuşlanmış, işlenmiş, kılıfına uydurulmuş gerçekliklerin sabitlenmiş görünümleri, sözlerin dolaşımda değer ve derinlik kaybına uğrayan anlamları, insanların kendini dışavurma öncelikleriyle dönüştürdükleri kişilikleri ile oluşturulan bu ortamda içimizin Hira’sına çekilmek mümkün olmadığı için de insanın içine yerleştirilen vicdan çipi paslanıyor ve manevi dünyamız bir eğlence formunda metalaşmış bir olgu olarak çıkıyor karşımıza.
Bu açıdan bakınca da ezici bir kesimin “teknoloji çağı” olarak nitelendirdiği haz, hız ve ayartıcı güçlerin kutsandığı bu paslı iklime ben “savrulma çağı” olarak bakıyorum maalesef.
Kabul ediyorum evet; hareket hayatın tabiatında var, dolayısıyla insanın hareketi araması kadar tabii bir şey yok, ama hareketin hızı da önemli.
Bir atlıkarıncaya bindiğinizi düşünün mesela ve heyecanla bindiğimiz bu atlı karıncanın bir arıza ile normalden daha hızlı döndüğünü hesap edin. Böylesine normal dışı bir hızda dönen atlıkarıncadan inmek istesek de inemeyeceğimiz için, bu hız eziyetli bir mahkumiyete dönüşmez mi bizim için?
Benim sözünü ettiğim savrulma hali bu işte.
Tüketim arzumuz depreştikçe, sahip olma hırsımız arttıkça hayatımızın da hızı arttı ama değişimin seyri başımızı döndürüyor sürekli. Artık kendi normallerimizle irtibat kuramaz, yaptıklarımızın anlamına erişemez haldeyiz. Üstelik kendimizi bu hıza o kadar kaptırdık ki, istesek de dışına çıkamıyoruz bu çılgınca döngünün.
Alışveriş yapmak, yeni bir şeyler almak, herkesin sahip olduklarına sahip olmak, popüler şeylerden haberdar olmak, günün trendlerini takip etmek, ekran başlarına çivilenmek, dokunmatik olan her şeye yüzlerce kere dokunmak ama aslında gerçek olan hiçbir şeye dokunamamaktan ibaret olan bu döngüde tüm bunları yapmayı, biraz da bütün dünyaya gösterebilmek, üstümüze takıp takıştırıp sergilemek, insanlığımızın orasına burasına iliştirip kişisel vitrinimize koyabilmek için delicesine bir arzu içindeyiz çünkü.
Bu, tükenmek bir yana her gün dozu daha çok artan arzumuz; bize bir nimet olarak bahşedilen bu hayatın anlamını elimizden aldı ve artık bu hayatla ruhumuzu doyuramaz hale geldik, bu yüzden de kendi hakikatimizden adım adım uzaklaşmaya başladık.
Kendi bedenimizden daha iyi bir beden, o bedeni örten elbiseden daha çarpıcı bir elbise, kendi yüzümüzden daha güzel bir yüz, kendi yaşantımızdan daha şaşaalı bir yaşantı aramaya çıktığımız günden beri bizi kan ter içinde bırakan, bütün bu ‘parlak’ performanslar sayesinde; yaşarken, duyarken, hissederken, kendimize ve başkalarına yönelirken, kendimizle ve onlarla zamanı paylaşırken, içindeki onca şeyle birlikte hayatın içinde akıp giderken geride bıraktıklarımızla aidiyet hislerimizi, referanslarımızı, sâbitelerimizi, meselemizi, mesuliyet duygumuzu, suallerimizi, mukaddeslerimizi de yük olarak gördüğümüz için teker teker indirmeye başladık uğradığımız her mekan ve insanda.
Kendi hayat hikayemizi özetinden hızlıca okumaya çalıştığımız için de tevazu peçeli kibrimiz, ihlas libaslı riyamız, zekâ kılıklı üçkâğıtçılığımız, uyanıklık suretli dalaveremiz; kulluğu ibadetten ibaret zannedişimizle kendimize, fikrimize, insanımıza, tarihimize, coğrafyamıza, değerlerimize ve en önemlisi de insan yanımıza düşman oluş serüvenimiz hız kazandı.
Kaygan zeminlerde patinaj yaptığımız, zihnî felçleşme yaşadığımız bu yaşam biçiminin bir çeşit köleleşme olduğunu göremediğimiz için sorunlarımızın nedenlerini ve kökenlerini, nereden kaynaklandığını, bu sorunlarımızın üstesinden nasıl gelebileceğimizi de bilemiyoruz artık ve gerçekleri örtbas ederek attığımız her adım, geride bıraktığımız her değerimiz bizi büyük çıkmaz sokakların eşiğine fırlatıyor.
Saymaya çalıştığım bu sebeplerden olsa gerek ki;
Kabul ettiğimizi sandığımız ama temsilinde aciz kaldığımız, bu acziyetin bile farkında olmadan ömür çürüttüğümüz değerler manzumesinin hayatlarımıza yansımayan kısmında kıble ehli olduğunu iddia eden bizler; artık namazlarda dahi aynı camilerde bir araya gelemiyor ama Allah’ın ipine, O’nun gösterdiği yola topluca tutunabilmenin hayallerini kuruyor; ürpertici, her şeyimizi tefessüh ettiren, bin küsur yıllık çileyle inşa ettiğimiz anlam haritalarımızı, değerlerimizi yerle bir eden bir sekülerleşme yaşıyoruz.
Bu dünyevileşme ile de dün, taşlara tapan Ebu Cehil misali kâfirlerle sınanıp dirayetini gösteren bu coğrafya; bugün gönüller yıkan ama buna rağmen camilerini gökyüzüne yükseltme yarışında olan iman sahipleriyle baş başa maalesef.
İnsanlığın kendini kemirme süreci olarak gördüğüm bu zaman diliminde sığındığımız uyuşmalardan elimizi eteğimizi çekip, canımızı yakacak bir zihin ve kalp berraklığına kendimizi teslim edebilir miyiz veya bu derece zıvanasından çıkmış zihinler, yanaşır mı böyle ağır bir bedeli ödemeye bilmiyorum.
Zira kendisini bile görmekten aciz kalplerimizi öylesine dışa çevirmiş, öyle itimat etmişiz ki herkesin var zannettirdiklerine, var sandıklarımızın yokluğu hâlinde varlığın ve varlığımızın hiçbir anlamı kalmayacağı korkusuyla içimize “yok” muamelesi yapıyoruz.
Bu korkudan olsa gerek ki bugünkü sahiplik arzumuz sorumluluk ihmâline dönüştü. Her şey bizim olsun derken biz kendimizden bir başkası olup çıktık. Sorumluluktan anlamadığımız sahiplikten anladığımızı değiştirdi. Kendimize dahi sorumsuz oluşumuz, bizim bize ait olmadığımızı, aldığımız her nefesin dahi emanet olduğunu unutturdu bize. İçimiz ve dışımız arasındaki muazzam irtibat ve ahenk de böylece kayboldu.
Dinin özünün “güzel ahlâk” olduğunu, asıl mücadelenin insan kalabilme çabasında saklı olduğunu bin beş yüz yıl önce haykıran Muhammed’i hakikatler ile aramız nasıl bu kadar açıldı sanıyorsunuz?
Şu satırlarla olsun sadece iki dakika başınızı ellerinizin arasına alın ve düşünün lütfen;
Adını “bilgi çağı” koyduğumuz ve artık bilginin bir “tık” uzağımızda olduğu günümüzde rüşvet yiyen memurundan tutun da işini savsaklayan işçiye; işçisini sömüren patrona, fâize tenezzül eden cüzdana, didişmeyi kardeşliğin önüne koyan idraksize, geçmişine sövmeyi marifet zanneden nasipsize, ölünün ardından iftira eden çapsıza, velhasıl hırsızından arsızına kadar, herkes her şeyi bilmiyor mu bu toplumda?
Allah’ın rahmetini kaybetme korkusunu anlatmak yerine O’ndan korkutmayı tercih ederek sevgi ile korkunun bir arada olamayacağını atlayan; vaatler üzerine kurulu cennetperestlikle dünyayı insanlara cehennem eden; manaya kafa yormak yerine ücretsiz mushaf dağıtmayı seven; kin, intikam, ihtiras ve hasetlik gibi duyguların esiri olan ama kendisini bilgi kumkuması gören; gönülleri ise konfor, tahakküm ve şöhret putlarının işgalinde olan kimseler bugün gözlerinin önündeki gerçekleri görmemekte diretmiyorlar; inanmak istedikleri şeylere delil bulmak için akıl nimetini inkara kadar hadsizleşmiyorlar mı sizce de?
“Kardeşleriyle bir olmayana ilahi nimetlerin lütfedilmeyeceği” idrakinden nasipsiz, irfan yoksunu hikmetsiz bir din tasavvur edenler; böylesi bir din anlayışının kârına ortak çıkıp mükellefiyetlerinden kaçınarak dünyada saltanat sürenler; “olanlara tepki veriyorum” zannıyla dini hayatın kalbinden çekip alarak tapınaklara, kutsal gecelere, saray yavrusu evlerde yünlü seccadelere hapsedenler; kendilerini sadece müjdelerin ama kendisi gibi düşünmeyen, davranmayan herkesi “ötekileştirerek” ikaz ve cezaların muhatapları sayanlar; “bu dini sadece biz anladık” kibrine kapılarak başkalarını tekfir edip Rahman’ın rahmetine tahsildarlık yapmak gibi bir gaflete kulaç atanlar bilerek veya bilmeyerek bu değirmene su taşımıyor; müslümanları parçalamaya devam etmiyor mu?
Ömür duvarlarımızdan her gün bir tuğla eksilirken yitiklerini bulmak konusunda çabalamak ve kendini ötelere hazırlamak yerine tefrikaya düşüp parçalanmaya sebep olarak Rabbin rahmetinden uzaklaştıran bu hadsizlik; cehaletin emzirdiği evvelki ümmetlerin yanlışlarını tekrar etmekten, yani tarihin tekerrüründen kaynaklanmıyor mu?
Kabul etmeliyiz ki, talip olduğumuz nimetlerin yüceliğince maddi imkânlarımız arttıkça sağdan yanaşan şeytanın açık hedefi haline gelen bizler; haykırmaya çalıştığımız hakikatlerin bizde eksik olduğunu; mutlak hakikatler karşısındaki manevi yetimliğimizi fark etmeksizin aldığımız her nefesin, dillendirdiğimiz her kelimenin, yediğimiz her hakkın, ağlattığımız her gözün, acıttığımız her kalbin hesabını vereceğimiz o günden gafil olduğumuzdan beri; hayat denen girdabın bilinmezliklerinde ruhsuz insanlara dönüştük.
Çok değil; kendi hiçliğimizi fark edecek kadar her şeyin sahibini bildiğimiz, bu kadar gereksiz meşguliyetimiz olmadığı için içimizle barışık olduğumuz on beş, en fazla yirmi yıl önceki vakitleri anımsayın ne olur;
Dünyanın bize en uzak köşesinde açlıktan kıvranan bir insanın varlığı, bir annenin gözyaşı, bir yetimin baba haykırışı kendilerinden haberimiz olmasa bile -yüreğimizde o an yanan bir ateşle- iştahımızı kaçırıp, soframızdan kaldırmaz mıydı bizi?
İnandığımızla yaşadığımızın birbiriyle çelişmediği; aklımızla kalbimizin, hâlimizle kâlimizin, içimizle dışımızın bir olduğu o vakitlerde mahallemizden okulumuza, evimizden komşumuza, çarşımızdan sohbetlerimize kadar her alanda hayatımızı tanzim eden sabit referansımız “sevgimiz, merhametimiz, şefkatimiz” değil miydi?
“Komşun açken tok yatılmaz” diyen de, vaktiyle yoldakilerin canı çekmesin diye muzu siyah poşetle taşıyan da, görülen kusurun söylenmesini ayıp bulan da biz değil miydik?
İlkelerinin izini süren, ilkelerini ülkülere dönüştürme cehdi gösteren; kal ve haliyle hakikati yaşayan ve yaşatan; fikir, oluş ve varoluş sancısı çeken ve bu mümbit coğrafyanın her karışını kanlarıyla sulayan ceddimiz canlarını, mallarını, kanlarını inançlarına şahit kılmanın aşkıyla yanıp tutuşmamışlar mıydı?
Bu aşksal tecrübenin hevese kurban edildiği, mutluluğun hazza ipotek edildiği bu keskin ve hızlı dönüşümü neredeyse tereddütsüzce kabullenmedik mi hepimiz?
Buluşmamız gereken arkadaşlar, katılmamız gereken toplantılar, yapmamız gereken sunumlar, doldurmamız gereken formlar, gerçekleştirmemiz gereken planlar, kaçırmamamız gereken etkinlikler, indirimli-indirimsiz satışlar, yakalamamız gereken trendler, kutlamamız gereken özel günler, atmamız gereken nutuklar, içini doldurmamız gereken yalanlar, atmamız gereken havalar, taşımamız gereken dedikodularla yaşadığımız çağa hangi borcumuzu ödeyebildik?
Her şeyi bu kadar konuşup tüketmişken ve hiç kimsenin bir şeyleri konuşmaya yeniden başlamaya, yeniden düşünmeye, fikirlerin ve duyguların sıfır noktasına geri dönmeye tahammülü yokken bunca yanlışı nasıl doğruya taşıyacağız, var mı bir fikriniz?
Bu zamane dolambacında şuursuzca dönüp dururken kendimize nasıl geri dönecek, zihnimizi ele geçiren bu dehşetengiz illüzyondan düşüncelerimizi nasıl kurtaracağız?
Bizi her yanımızdan kuşatıp saran bu cendereyi nasıl kıracak; elimize tutuşturulan hazır cevaplardan yakamızı nasıl sıyıracak, bilmeceyi aramaya nereden başlayacağız?
Bugün bulunduğumuz yerin aslında kaybolduğumuz yer olduğunu nasıl anlayacak; ulaşmaya çalıştığımız hedeflerin bizi her gün kendimizden uzaklaştırdığını ne zaman fark edeceğiz?
Peki ya maddiyatla tıkınmaya, çılgınca satın almaya, tüketmeye, ortamlara akmaya, kendimizden saklanmaya, başkalarını bozuk para gibi harcamaya, nefret etmeye, öfkeyle itişip kakışmaya, ihtirasla ötekileştirmeye, kötülükle yaşamaya, zihinsel olarak güdülmeye, duygusal olarak sömürülmeye, sığlaşmaya ve klişeleşmeye, teknolojik olarak köleleştirilmeye, güncelle uyuşturulmaya, markalarla güdülenmeye, trendlerle bağımlılaştırılmaya, başkalarının hakkıyla zenginleşmeye, haksızlıkla kazanmaya ne kadar devam edebileceğiz?
Farkındasınız değil mi?
Bütün öngörülemez taraflarımızı, başkalarına benzemezliklerimizi, bize özgülüklerimizi unutturmaya çalışarak zamanın yırtılmaz kumaşından bir örtüyle kapatmaya, örtmeye çalışıyorlar kalplerimizin üstünü ki, açılan boşluğa bizim için hazırladıkları yeni standart insan tarifini, kalıba dökülmüş fikir ve hissedişleri doldurabilsinler.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı hakikate uzanmak konusunda öksüz ve yetim durumda olduğumuzu her platformda haykırmaya çalışıyorum.
Zira önümüz ve arkamız gaflet setleriyle kapanmış gibi.
Önümüzü göremiyoruz; çünkü önümüze çekilen gaflet perdesi geleceği görüp kendimize çeki düzen vermemizi engelliyor. Bu yüzden de o muhteşem hesap gününü unutuyoruz. Arkamızı göremiyoruz; çünkü geçmişimize bakıp ders çıkaramıyoruz. Böylece de basiretimiz karardığı için ne kendi çağımızın göğsünden süt emerken olan bitenden hakkıyle haberdar olabiliyor, ne de geçmişin hatalarından kurtulabiliyoruz.
Tüm bunlar da aslında yana yakıla dile getirdiğimiz “müslüman” kavramının “insanlığın annelik makamı” olduğu gerçeğinin üstünü örtüyor.
Kimbilir belki de bu makamın farkındalığını yitirdiğimiz için imanımız aslanlar gibi yuvasını beklemek yerine kuş misali konup göçüyor.
Abartıyor muyum? Bence hayır!
Soralım mı kendimize; ahlâken varisi olduğumuz Rahmet Nebisinin merhametten nasipsiz bir ümmeti olabilir mi veya Allah’tan rahmet talebinde bulunan kulun, öncelikle kendisinde belirecek merhameti arayıp bulması gerekmiyor mu?
“Merhamet, vicdanın kalbe okuduğu ezandır” idrakinden nasipsiz bir halde üzerini örttüğü vicdanı, kirlettiği aklıyla bu ezanı duymayana rahmet nasip olur mu peki?
Edep terazisinin iki kefesinde yer alan tevazu ve izzetten habersiz kibir ehli için kalplerinin mühürleneceği tehdidi yok mu İlahi ikazlarda?
Hayır hayır; ne ümitsizlik kuyusundayım ne de yılların onulmaz sızılarına hekim olup neşter vurmak gibi bir hadsizlik içindeyim. Satır aralarında arz etmeye çalıştığım gibi zihnimden geçenlerin ağırlığını tek başıma kaldıramadığım için sizi de beynimdeki bu kavgaya ortak etmek istiyorum.
Çünkü topluma onların öncelikli ihtiyaçlarını gözetmeden sadece rağbet gösterdikleri şeyleri verenlerin “inşa” gibi bir dertleri olmayacağına iman edip; aynı zamanda hasret ve hararetle aranılmayan, içerisinde adalete dönük umudun olmadığı, sevginin ötelendiği hiçbir hareketin topluma faydası olmayacağına inananlardanım.
Zira yazımın başından beri andığım gibi çağlar ötesinden nebevi bir ikazla “size bakıp müslümanlığa özenen yoksa imanınızı gözden geçirin” nidasının şaha kalkması gereken bu süreçte “yeryüzü işlerine hürmet etmediğimiz için, semavi işlerde farkındalık sahibi olamayacağımızı” atlayarak Allah’ın insanlık için murad ettiği yaşamı ıskalayıp kendini kurtarma telaşı içinde zevk ve hazlarımıza kapılmış bir ömür sürüyoruz.
“İnsanların bize bakıp özenmesi!”
“Ne kadar ağır bir vebal bu” omuzlarımızda değil mi?
Bu eylemlerimizde Allah’ın ve O’nun en muhteşem ayeti olan, en büyük kutsal olan insanın rızası nerede; asıl sorun burada işte!
Gönlümüzü zihnimizle buluşturarak hakikatin derdiyle tenhaya çekilip, ilahlaştırdığımız nice köksüz sevgiler, menfaatler ve ihtiraslarla çevrelendiğimizin farkındalığıyla bizi gönül mabedimize çağıran ezanlar hürmetince hicret edelim mi kendi gönül çölümüze?
Mademki bu dünyaya sahip olmak için değil şahit olmak için gönderildik;
Saray yavrusu evlerimizde, yünlü seccadelerimizde firdevslere talip iken, dışardaki kaç imdat çığlığına kulak kabartabildik veya kaçının feryadına yetişebildik?
Kaç yetimin başını okşayıp yüreğinde tebessüm olabildik?
Kaç yoksul sofrasına konuk olup umutlarını diriltebildik?
Ellerimizi açıp dua ettiğimizde eşimizin, çocuklarımızın, dostlarımızın ve sevdiklerimizin arasına samimane bir şekilde kaç mazlum girebildi?
Asra bedel kaç geceyi sabah edip damla damla yaş düşürdük gönüllerimize mazlumlar adına?
Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorken kaçını kurtarabildik?
Dünya üzerinde 1,5 milyar insan aç iken, günde otuz iki bin civarında insan açlıktan ölüyorken kaçına uzanabildik? Üzerine ölü toprağı serpilmiş kaç ruhta inşirah yaratabildik?
Siyonist şeytanlık dört bir yanımızı sarmışken, emperyalizmin elinde inim inim inliyorken, kapitalizm bugün dünya üzerinde en büyük “din” iken kaç kişiyi hakikat ile buluşturabildik?
Bu din “güzel ahlâk”tan ibaret iken, lisanımız kalbimizin ve idrakimizin aynası olması gerekirken kaç kişi bizim vesilemizle kendine çeki düzen vermeye çalıştı?
Allah’a olan namaz, oruç, zekât, hac borcumuzu (!) öderken; O’nun en muhteşem ayeti olan ve bize emanet ettiği insanlara karşı adalet, merhamet, şefkat, rahmet, nezaket borçlarımızdan kaçını ödeyebildik?
Varlığımız kaç insan için ümit, güven veya huzur sebebi? Kaç tanıdığımız bizi görünce “Allah iyi ki seni yaratmış!” diyebiliyor?
Kâinatın gözbebeği olup kıymet nazarında emsalsizliğimizi müjdeleyen “insan yanımızın” bize sunduğu ödevler bu “kaç”ların neresinde?
On, on iki asır boyunca evrene, kâinata ve âlemlere aynı anda bakan, aynı hakikat peşinde koşan; evrende gördüklerini kâinata, kâinatta gördüklerini âlemlere taşıyan; bilgiyi idrake, idraki şuur ve şahitliğe döndüren “yeryüzünün efendileri” olma şerefine ulaşmış ceddimizin buram buram huzur, kardeşlik, rahmet, merhamet, birlik kokan maneviyatı nereye kayboldu?
Evet, yazık ki ardı arkası gelmeyecek bu sorulara vereceğimiz samimi cevaplar da gösteriyor ki; “yeryüzünü ihmal ederek semadan nasip aramanın” küstahlığı içindeyiz. Zira kaybedecek varlıkları çoğalan bizler, başkalarının kaybettikleriyle ilgilenmez durumdayız artık. Oysa sahip olduğumuzu iddia ettiğimiz manevi dinamikler Yaratan’a olan yakınlığımızın göstergesinin yaratılmış için ortaya koyduğumuz gayret ve katkının ta kendisi olduğunu haykırıyor.
Yaklaşık yirmi yıllık birikimin mahsulü olan elinizdeki bu çalışma bu satırların başından beri benliğinize sunmaya çalıştığım “yaratılmışa hizmet ve öze dönüş adına”; onun hatırı, öbürünün sözü, diğerinin tehdidi, berikinin ırkı, filanın hayâli, falanın planı için değil; dünyamızın huzuru, ukbamızın imarı sancısı içinde kim neyi beklerse beklesin, neyi isterse istesin, kim hangi dertle kıvranırsa kıvransın umudumuzun, duamızın, 'daha güzel, daha yaşanılır, daha eşit, daha adil bir dünya' inşa etmek olduğu hakikati ile yeniden yüzleşmemizi sağlamak amacıyla kaleme alındı.
Zira bu satırların yazarı biliyor ve inanıyor ki, “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız” emrine kulak tıkayıp, imanın ilk adımının “sevgi” olduğundan bihaber, “doğru ve güzel olanı” aramak ve bulmaktan çok kendisini "haklı ve üstün" çıkarmaya çalışmak, hiçbirimize “hiçbir şey” kazandırmayacak.
Çünkü, bize bizden sonraki nesillere zayii etmeden bırakalım diye teslim edilen “emanet” bilinci; “güzelin yarattığına çirkin muamele edilmez” safiyeti ile güzel ahlâkı kendisine mülk eyleyen bir gönle ihtiyacımız olduğunu; “bir başkası yaşasın diye ölebilmenin” yaşamaktan güzel olduğunu fark etmemiz gerektiğini; sözün belki de en ağırı olan “emrolunduğumuz gibi dosdoğru olarak”, bize dosdoğru olmayı emreden kitaba hakkıyla râm olmamızı, bu ilahi emre muhatap oluşuyla sakalları ağaran güzelin ardına tam bir teslimiyet ve sadakatle, gayret ve muhabbetle düşmemiz gerektiğini fısıldıyor.
Maneviyatımızın merkezinden kopup gelen bu fısıltıyı da ancak; silah tutan ellerin kalem tutuşunu, öfke kusan dillerin tesbih çekişini, İslâm beldelerine adaletle diz çöktüren ecdadımızın gönül sultanları önündeki tevazusunu anlayarak; tahiyyatlarda okuduğumuz ‘Rabbenâ’larda; “beni, ana-babamı ve bütün müminleri bağışla” diyerek az sonra hiç de üstümüze vazife olmayan bir kavgada kalbini kıracağımız, hakaret ve hatta küfür edeceğimiz, yetinmeyip ihanet edeceğimiz kardeşimizin ebedi saadeti için dua ettiğimizin farkına vararak duyabileceğiz.
Bugün olmasa bile mutlaka yarın ilmin, irfanın, edebiyatın, felsefenin, sinemanın, sosyolojinin ve psikolojinin istikametini büyük ölçüde yeniden aslî rotasına çevirmeye başladığına şahit olacağımıza; bu derin travmanın, bu büyük kırılmanın fikirde, duyguda, anlayışta, hissedişte birçok gerçeği geri dönmeyeceğimiz şekilde yeniden değiştireceğine ve aslına döndüreceğine inancım tamdır.
Hz.İbrahim(as)'e su taşıyan karınca misali; sırtımızda dağlar, gönlümüzdeki sonsuz umutla yüreğinizdeki tüm çorak arazilerinizi yeniden yeşertebilmek ümit ve temennisiyle.