İDAM İSTERÜK

Tarih: 12.07.2024 11:27
İDAM İSTERÜK
İDAM İSTERÜK

Artan şiddet olayları, cinayetler ve ahlaki körlüğümüzün artmasıyla son günlerde özellikle “idam cezası” gibi bir söylemin yine gönül coğrafyamızın burçlarına bayrak diktiğini görüyoruz.

Ben din adamı değilim, Rabbim böylesi bir mesuliyeti de omuzlarıma yük etmesin. Ancak insanın iç huzuru, selamet ve farkındalığının da “sadece” ilahi bağlarla mümkün olduğunu idrak edebilecek yaş, çağ, eğitim ve olgunluktayım.

Öncelikle şu bilinmelidir ki değil sadece insan, hangi canlı olursa olsun “canı” aziz ve mukaddes olup ilahi hitapla “dokunulmazlık” zırhı içine alınmıştır.

Ancak, söz konusu konu kainattaki en büyük kutsal olan ve tüm kutsalların ‘huzurlu, mutlu olsun, refah içinde insanca bir ömür sürsün’ diye ayaklarının altına serildiği insan olunca, bu “mukaddesat” daha bir önem kazanıyor ki, bu yüzden ilahi kodlama tek bir kişinin öldürülmesini “tüm alemlerin ölümüne”, tek bir kişinin hayata bağlanmasını yine tüm alemlerin kazanılması olarak kodluyor.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, “katil” denen kişi bir anlamda, bu mukaddesi çiğneyerek kelimenin tam anlamıyla “ilahlığa soyunmuş” ve “ilahi iradeye ortak olmak” gibi bir gafletin içine düşmüştür.

Sözün gücünü yitirip, gücün sözüne başvuran kişi de uyguladığı fiziksel, psikolojik ve algısal şiddetle bu küstahlığa soyunmuş kişidir. Zira burada da aynı kutsala saldırı vardır.

Bunun temelinde “modernlik” şemsiyesi altında aile gibi toplumu ayakta tutan bir kolonun yavaş yavaş sarsılması ile birlikte, misyonu bitirilen baba kavramı ve yaşam gailesine kurban edilen annelik kavramıyla sevgisiz büyüyen kayıp çocuklar ve çocukluklar olduğunu daha önce yazmıştım.

Fakat ilahi hitabın hiçbir yerinde “idam” diye bir ceza yoktur. Ayrıca “recm” olarak tabir edilen zina yapan erkek ve kadınların taşlanarak öldürülmesinin de İslami literatür ile ilgisi yoktur.

Ancak ilahi hitap; bu kutsalın korunması adına, maktulün ailesine “kısas” hakkı tanımış ve bu hakla vicdani bağlamda bir teselli imkânı tanımıştır. Ayrıca “kısasta hayat vardır” diyerek bunu beyan etmiş; hatta katil, maktulün ailesi tarafından bağışlanırsa bunun daha “makbul” olacağı bu işaretlerde beyan edilmiştir;

“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız." (Bakara, 178-179)”

Bu ayetlerle diyebiliriz ki kısas gibi caydırıcı bir hüküm, toplum ve kişi hayatının garantisidir. Böylece, dünya hayatınızı olduğu gibi ahiret hayatınızı da korursunuz.

Ancak kısas denen kavram “suça eşdeğer, denk ve adil karşılık” veya en kısa tarifi ile “ödeşmek” olmasına rağmen, bugün bazı otoriteler tarafından “idam cezası” olarak lanse edilmektedir.

Oysa ki kısas “af edilebilen” bir cezadır ve devlete ait bir ceza değil, maktulün yakınlarının vicdani yetkisine bırakılan bir hükümdür.
Ayrıca yukarda andığım kısas ayetlerinin konusu ceza değil, adalettir. Zira aynı ayetin içerisinde af, rahmet, merhamet, bağışlama gibi kavramlar hep beraber geçiyor. Bu da ayetin de lafzıyla kısasın aslında “rahmet” olduğunu ziyadesiyle gösteriyor.

Ayetlerin ışığında kısas ile ilgili şartları kısaca şöyle sayabiliriz:
  • Kısas, cinayeti (suçu) kim işlemişse ona uygulanır.
  • Kısası ancak otorite sahipleri yerine getirir.
  • Bir cinayeti birkaç kişi beraber işlemişse, kısas hepsine uygulanır.
  • Cinayetin işlendiği tam kesin olmazsa, yani şüphe halinde kısas uygulanmaz.
  • Suçun, kasten yani bilerek işlenmesi gerekir. Hatalı öldürme ve yaralamalarda başka cezalar uygulanır.
  • Öldürülenin vârisleri ‘diyet’ isterse veya affederse, kısas uygulanmaz.
  • Kısas, kendi dengine göre uygulanır, aşırıya gidilmez.
Bu tespitler ışığında diyebiliriz ki kısasta, tam bir “tatmin olma” söz konusudur.

Ancak, yazık ki bu konuda bizim uyguladığımız ceza hukuku (özellikle ayetlerin ışığında) zikredilen adaletin tecelli etmesi veya sözünü ettiğim tatminkâr olma konusunda sakıncalar içeriyor;

Misal, bugün babası öldürülen kişinin dava açma hakkı yok. Davayı maktulün yakınları değil, savcı açıyor ve siz bu davaya sadece “müdahil” olarak girebiliyorsunuz. Çıkan olası cezalarda da taraflar tatmin olmuyor ve mahkemenin nihayetinde o onu, diğeri de öbürünü öldürüyor ve olay kan davasına dönüşebiliyor.

Ya da yine (ayetin hükmünce) taraflar anlaşsa bile, bu kez ceza hukukumuz bırakmıyor ve bencezalandıracağım diye diretiyor. Oysa ki öldüreni affetmek de bu konudaki ceza yetkisi de maktulün ailesine verilmiş bir hak ve bu hak ayrıca öldürenin (katilin) bağışlanmasını tavsiye etmekle birlikte yalnızca ölenin yakınlarına ait.

Dikkat edilirse bu uygulamada ayetle ölenin yakınlarına verilen “kısas, af veya diyet” hakkı kendilerine sorulmadan ellerinden alınıyor ve onların adına mahkemeler karar veriyor. Ya da arz ettiğim gibi verilen ceza, maktulün ailesini tatmin etmediği için intikam duygularını daha çok kabartıyor ki; birçok yerde, katillere hak ettiği ceza verilmediği için maktulun yakınlarının “tatmin olmak” için ceza vermeye kalktıklarını okuyor, duyuyor, görüyoruz!

Ceza hukuku bağlamında anlamalı ve görmeliyiz ki; İslam hukukunun ana kurallarından biri olan kısasın ana gayesi suçluya, işlediği suç kabilinden ceza vermektir. Kasten ve haksız yere bir insanı öldüren kimseye hapis cezası vermek aklın da hür bir vicdanın da kabul edeceği bir şey değildir. Çünkü öldüren katilin yaşama hakkı, öleninkinden daha kutsal değildir. Kısastaki ahlâki yön, sosyal barış yönü, caydırıcılık yönü ve merhamet yönüyle sunulan “hayatı” göremiyoruz! Kaldı ki bu kanunu koyan ve uygun gören, farzdır diyen canı veren bizzat Allah’tır.

Peki ne yapılmalı?

Maktul, katili kendisi mi herhangi bir yargılama olmadan öldürmeli?

Pek tabi ki bunu kastetmiyorum.

Ancak kısas, devletin eline verilmiş bir ölüm cezası değildir. Devletin bu konuda yapacağı şey, mevcut kurumları aracılığıyla adil bir muhakeme yapılmasını sağlamak ve kısasın sonucunu maktulün ailesinin vicdani kararına bırakmak, maktulün ailesi yerine kararvermemektir.

Bu, aynen bu şekilde kanunlara yerleşirse emin olun ki bu tür olaylar azalacaktır. Çünkü kim olursa olsun bir insanı haksız yere öldürdüğü takdirde kendisinin de öldürüleceğini bilen insan, kimseyi öldürmeğe cesaret edemez. Böylece toplumda cinayet olayları çok azalır.

Evet, arada sırada gözü dönmüş, irade krizi yaşayan katiller çıkacaktır belki ama bu zalimlerin ipi, mazlum olarak öldürülen kimsenin yakınlarının eline verildiğinde maktulün ailesinin kalbinde kin ve intikam hissi kalmaz. Hak yerini bulacağı için, fertler intikam hissine kapılıp kendileri ceza vermeye kalkmayacakları gibi sıklıkla duyduğumuz kan davaları da olmaz.

Arz ettiğim çözüm dışında başka bir ahlaki onarımı nasıl yapacak ve yüreği yanmışların, hayatlarına kast edilenle birlikte diri diri toprağa gömülenlerin yüreğine nasıl su serperiz, o hınç duygusunu nasıl iyileştiririz bilmiyorum ama bu iş, yukarda anmaya çalıştığım hususlar ışığında anlaşılmalıdır ki, meydana çıkıp “idam isterük” diye bağırmakla olacak kadar basit bir şey değil.

Ayrıca buraya kadar andığım kısım, işin sadece dinsel terminoloji boyutu.

Bunun bir de toplumsal boyutu var ve biz boyutu görmezden gelemeyiz. Zira bu boyutun üstünü örtersek, bu zihniyeti üreten bataklığı içinden daha da çıkılamaz hale getiririz.

Bugün, ben de siz de öbürü de diğeri de farkındayım, farkındayız, farkındalar;

Batı dünyasında tüketim hırsının sadece alışveriş biçimlerini değil bütün bir hayatı değiştirmesi gibi, bugün de bağımlısı haline geldiğimiz dijital ağlar, benliklerimizi ve hayatlarımızı topyekûn değiştiriyor.

Bu gözle topluma baktığımızda bugün iyice fark ediyoruz ki,

Ün ve servet, pek çok kişi için hayatın amacı haline gelirken hız kesmeyen reklamcılık ise her türlü arzuyu doyuracak materyalleri gözümüzün içine sokar hale geldi. Bu, kendine gömülme ve kendini bir “tapınç” nesnesi haline getirme ise, zamanın ahlaki zeminini oluşturdu. Sanki “yarın” yokmuş gibi her türlü arzuyu hemen şimdi isteyen bir “özgürlük” saplantısı da bu zeminin temelini oluşturdu. “Yarın” diye bir kaygı olmadığından olsa gerek gelecek nesillere ne verilebileceği artık kimsenin ilgi alanına girmiyor.

Ancak “hasar” sadece bu kadar değil!

İlerleyen teknoloji, bu ilerlemenin sebep olduğu acımasız ekonomik yarış, “elalem ne der” takıntısı, sahip olma hırsı derken daha hızlı, daha hırslı ve daha gösterişli ol(a)madığı için kaybeden, işsiz, herhangi bir vasfı veya işe yararlılığı olmayan milyarlarca birey yarattı.

Zira “tükettiğin kadar varsın” diyen bu anlayış, kişiye sahip olduğu işlevsellik kadar bir anlam ve önem atfediyor. Yani değerli olduğumuz kadar kazanmıyor, kazandığımız kadar değerli oluyoruz. Böyle bir ortamda da davranış, düşünce, duygu ve özellikle de bilgi akışının kontrolü imkânsız hale geliyor.

Artık iradelerimizi aşan bu kontrolsüzlük; tutunduğumuz ahlaki kökler zaten tahkik değil taklit olduğu için toplumsal kabul gören ahlaki öğretileri bireyin emrine amade kılıyor ve ahlak, bu nedenle bireyselleşiyor.

Toplum ise, bu sayede sadece kendisi için yaşayan, kendi Kabe’sini tavaf etmek ve amacına ulaşmak için her aracı “mubah” gören narsist, bencil bireylerle iç içe yaşar hale geliyor.

Başarı, öne çıkma, sahip olma hırsı, haz ve hız gibi sayısını çokça artırabileceğimiz etmenler toplumsal ahlaki öğretilerin önüne geçince, kültürümüz de doğal olarak tam bir “cinnet” hali yaşıyor!

Açın bakın lütfen; istatistiki bilgiler 20.yüzyılda öldürülen toplam insan sayısının önceki beş bin yılda öldürülen insanların sayısından daha fazla olduğunu haber veriyor.

Özgür” ve “modern” bireyin, gayeyi sadece “kendisinde” aradığını keşfeden yaşam koçları, iyi yaşam gurmeleri, her şeyi bilen kişisel gelişim uzmanları derken seküler rahiplerin bu kadar artmasının sebebini başka yerde aramaya gerek var mı?

Peki çözüm ne derseniz?

Öncelikle arz ettiğim gibi, ceza hukukunda evet yargılamayı adil bir şekilde devlet dediğimiz kurumlar yapmalı. Ancak bu konudaki vicdani hüküm, her boyutuyla maktulün ailesine verilmeli ve bu konuda toplumsal bir mutabakatla yasal zemin oluşturulmalıdır.

Bataklık boyutunu kurutabilmek için de çözüm belli.

Koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adalet dengesini çocuklarımıza aşılamak!

Biz “büyükler(!)” üzerinde tepindiğimiz manevi mirasımıza rağmen “toplumsal ahlaki öğretileri “yazık ki “çağa ayak uyduralım” diye bireysel tarihimizin tozlu raflarında bırakmayı yeğlesek de; hep söylüyorum bari çocuklarımıza bu kötülüğü yapmayalım.

Peki ne yapalım?

Savunduğu değerlerin arkasında durabilmeyi, sevdiği insanın yüreğinden tutabilmeyi, takıyorsa taktığı örtünün “izzetini” muhafaza etmeyi, takmıyorsa takanın “inancına” değil saygı duymayı, aynı zamanda sahip çıkmayı, yüklendiği dava her ne ise onun “onurunu” yüreğine yük etmeyi, sözün namusuna sahip çıkmayı, yeminin erdemi uğrunda her türlü cefaya katlanmayı, insanlık davası uğrunda ömür tüketmeyi, iyiliği yeşertmeyi, merhameti çoğaltmayı, adaleti yeşertmeyi, yaşatmanın yaşamaktan çok daha anlamlı olduğunu; emeğin, yürek terinin, alın terinin ne kadar kutsal olduğunu; bize “güllük gülistanlık” bir dünya vaat edilmediğini; herkesin ancak “çabası” ve “temiz niyeti” kadar nasiplenebileceğini; haksızlık karşısında dik durabilmeyi; zulme, acıya, gözyaşına, ölüme renk bulaştırmamayı; inandığı değerler uğruna gerekirse can verebilmeyi; şerefle bitirilmesi gereken en önemli görevin “hayat” olduğunu; bu dünyaya “iyi olmak için” değil, “iyi işler yapmak için” gönderildiğini; bu dünyayı imarla mükellef olduğunu; burada kurulamayan cennetin ötelerde imkânsız olduğunu; toprağın eşitlenme makamı olduğunu; bütün kötülüklerin üzerinde hepimizin parmak izi olduğunu; gücün hakkını değil, hakkın gücünün kutsallığını; en büyük kutsalın “insan” olduğunu; güzelin yarattığına “çirkin” muamele edilmeyeceğini; bırakın malı mülkü aldığı nefesin bile emanet olduğunu lafın kısası “insan” kalabilmeyi öğretelim.

Sizin de yaşam biçiminiz, hayata bakışınız, biriktirdiğiniz değerler, sosyo-ekonomik durumunuz ve pek tabi ki aldığınız eğitimle sayısını çokça artırabileceğiniz bu değerler bütününü çocuklarımıza aşılayabildiğimiz takdirde; yarına dair umudumuz inanıyorum ki daha parlak ve daha diri olacaktır!

Unutmayalım kötülüğün siyahını yok etmek için direnmeyen her “pasif” iyi aynı zamanda kötülüğün yardımcısıdır. Zira kötü sadece iyilerin sessizliğinden beslenir!

Farkındalık dileklerimle!



 
Yükleniyor...