Haşyet ve ümit arasında akleden kalpler bilir ki gönül sarayını inşa etmek isteyen herkese hikmet deryasından türlü nasipler vardır. Yeter ki insan, O’nunla arayıp O’ndan istesin ve nefsini araya katmasın. Ama “Hacer gönüllü” hayatların çabasını, “Abbas bilekli” yüreklerin cesaretini kendisine sermaye edinerek.
“HERŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK” MI?
Haşyet ve ümit arasında akleden kalpler bilir ki gönül sarayını inşa etmek isteyen herkese hikmet deryasından türlü nasipler vardır. Yeter ki insan, O’nunla arayıp O’ndan istesin ve nefsini araya katmasın. Ama “Hacer gönüllü” hayatların çabasını, “Abbas bilekli” yüreklerin cesaretini kendisine sermaye edinerek.
İkinci Meşrutiyet Devrinde bir paşa, dostlarından biriyle satranç oynamakta; diğer misafirleri de, onları heyecanla seyretmektedir. Bir ara bir hamle hakkında ihtilaf doğunca, paşa misafirlerine sorar:
“Yâhu oyunu seyrediyordunuz! Kim haklı, kim haksız söyleyiniz!”
Misafirler, paşanın haksız olduğunu söylemeye cesaret edemedikleri için susmayı tercih ederler. Tam o sırada odaya giren zurafâdan (yani zarif, nâzik, nüktedân, hoş konuşmayı bilen zekî kimselerden) bir zât içerdekilerden daha cesur davranır:
“Paşam, siz haksızsınız!
“Peki ama…” der paşa, “Siz henüz geldiniz, bir şey görmediniz!
Adam hiç tereddüt etmeden cevap verir:
“Eğer haklı olsaydınız, bu kadar insan suâliniz karşısında susmazdı!”
Nerden okuduğumu tam olarak anımsayamadığım bu yaşanmışlık nedense bana bugünü anımsattı. Öyle ya, sözün güzelini seçebilmek için öncelikle sözün tamamını fikretmek gerekiyor. Aksi halde akıl, güzel olanı seçmek yerine nefsin arzusuna kapılarak kolay olanı, hoşa gideni ya da rıza makamından koparak sırf başkalarına şirin görünebilmek için zor da olsa gösterişli bulduğunu tercih edebiliyor.
Sadece zihnimiz ve kalbimiz değil; hayalimiz, umudumuz ve ufkumuzun da yorulduğu bir süreç yaşıyoruz maalesef ve son günlerde dünyaya karamsar gözlerle bakıp herşeyden bezmiş insanın dahi içine ışık huzmeleri sızdıran efsunlu bir cümle fısıldanıyor kulaktan kulağa;
“Herşey çok güzel olacak!”
Biraz nefes alarak, bir parça tebessümle kaynaşarak, bir tutam umudla yeniden doğarak, bir lahza sakinleşip birbirimizi anlayarak ve en önemlisi “biz” olduğumuzun farkına vararak yeni bir dirilişi müjdeler gibi geliyor kulağa.
Ama ben semanın yollarını ararken arzı ihmal etmemek, yeryüzündeki işleri gözlerken faillerinin çirkinliklerine bakarak kalbimizi köreltmemek; bunun yerine tüm işlerin sonucunda buluşan tecellilerin biricik kaynağı hürmetine her şeyde aynı ‘güzelliği’ aramak gerektiğine inanan ve böylesi bir bakışın ise güzele ve güzelliğe secde olduğuna iman eden biri olarak “kime göre, neye göre” sorusunu sormak istedim.
Öyle ya “Yusuf (a.s.) gibi gömleğimiz temiz mi?” buna bakmak, gerçek diye telaffuz ettiğimiz ‘hakikat’lere ulaşmak lazım önce. Zira emanet olan ruh, bedenden çekilip alındığında kişi nasıl ceset haline gelip ruhsuz kalıyorsa, hakikatlerin inşa edilemediği yaşamlar da manasız kalıyor.
Öyleyse “mademki suya kanmak, içi zaten taş ve toprakla veya alalade kuyu sularıyla dolu kırbamıza zemzem doldurmak istiyoruz” kabımızdaki fırtınayı dindirmek gerekiyor. Çünkü kap darsa ve su taşırılıp ziyan edilecekse “rahmetin” devamı gelmez. Bu yüzdendir ki hep zikrettiğimiz gibi verilmiş olana “vefa” göstermek ardından gelecek nimetler için başlı başına bir davettir.
Celalettin-i Rumi’nin “çiviyi çakabilmek için defalarca kez vurmak gerek” ikazından yola çıkarak yineleyelim;
Âlemlere rahmet olan “Ölmeden evvel ölünüz” derken asıl diriliğe talip olanlara yol haritasını göstererek kalbin ihyası uğruna hakikatle dirilmek için önce zihinlerdeki cehaletin ve kalplerdeki kirin pasın yok edilmesi gerektiğini salık veriyor. Bizi iman dairesine alan kapının anahtarı olan Kelime-i Tevhid “La ilahe” diye başlayıp inanca dair tüm enkazları silip süpürürken ardından dil ile ikrar ve kalben tasdikle lafzettiğimiz “İlla Allah” ikrarı ise temizlenmiş olan İlahi nazargah olan gönül arsasına yol bilir hal bilir ellerle “birlik sarayı”nı inşa ediyor.
Haşyet ve ümit arasında akleden kalpler bilir ki bu sarayı inşa etmek isteyen herkese hikmet deryasından türlü nasipler vardır. Yeter ki insan, O’nunla arayıp O’ndan istesin ve nefsini araya katmasın. Ama “Hacer gönüllü” hayatların çabasını, “Abbas bilekli” yüreklerin cesaretini kendisine sermaye edinerek. Böylelikle hakikat habercisi olan kelimeler O’nun adıyla okundukça muhatabını ihya edecek; okunanlarla ahlaklandıkça da “sözün güzeli” hayatlarda can bulacak; bu canlılık her mahlûkata sevgi, şefkat, merhamet ve adalet olarak sirayet ettikçe de gönüller fethedilecek, herkesin kendi toprağında filizlenecek tohumlara su ve gıda olacaktır.
Kanımca aklımız kalbimizin ardınca yürümediği için bizim bugünkü sıkıntımız tam da burada başlıyor. Çünkü kendisine kelimelerin ruhu lütfedilen her yolcu her nimetin birer imtihan olduğu gerçeğinden yola çıkarak bu kelimelerin amele dönüşmesi konusunda sınanıyor. Ama biz tertemiz akledemiyor, koşulsuz sevgiyle çarpan ve sadakat üzere yaşayan bir kalp ile Hakk’ı tasdik edemiyoruz. Belki de bu yüzden açlıktan karnına taşlar bağlayan, geceler boyu ümmetinin kurtuluşu için alnını secdeden kaldırmadan yakaran güzelin sadıkları olarak olan bitene “marifet” gözüyle bakamıyoruz.
Peki, ne yapmamız gerekiyor?
Zamanın üzerine yemin eden sonsuz kudret, nefislerin uydurduğu temelsiz tasavvurların ahir akıbette tek tek yıkılacağını ikaz ederek hakikati dert edinenlerin hüsrana uğramayacağını müjdeliyor. Bizim çözümümüz de burada başlıyor. Bu müjdeyi aynı zamanda yerine getirilmesi gereken bir “ödev” olarak omuzlarımıza alarak “her şey” ve “güzel” kavramlarına yeniden ruh vermemiz gerekiyor.
Ancak sinirlerini alıp, içlerini boşaltmadan, kendimize yontmadan… İçinde bulunduğumuz hali meşrulaştıracak bin bir türlü bahane ve "argüman" üretmeden… “Çığırından çıkmış zamanları düzeltmek boynumuzun borcudur” diyerek bir bir toprağa düşen mübarek başların, hakkı ve adaleti diriltmek için yaşayan yiğitlerin ölüme koştuğu; büyük hakikatler uğruna serden geçenlerin, yürek yükü iman olan şehitlerin vuruştuğu; duruşuyla asil, mücadelesiyle onurlu; vatan ve namus uğruna ölümü izzet, zalimlerle yaşamayı bir rezil zillet sayanların yurdunda olduğumuzu unutmadan… Azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden… Hesabî değil hasbî bir gönülle… “Ben olmazsam kimse bir şey yapamaz” kibriyle değil “vatan sevgisi imandandır” idrakiyle…Dillerimizdeki adalet, hakikat, merhamet gibi ulvi söylemleri ilkin kalbimize sonra hayatımıza nakşederek… Zorbalıkta adalet, zulümde hak aramadan…Şehitlerinin imanlarına kanlarını şahit kılarak suladıkları bu coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeden… Küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanları olmadan… Yürek ülkesinin çocuğu olduğumuzun farkındalığıyla…
Çünkü gaflet, Allah ve Resülünü tanımayanların da derdidir, günde beş vakit alnı secdeye değenlerin de. Bu gafillikten olsa gerek güneş apaçık ortada iken meşalelerin cılız kıvılcımlarıyla vakit kaybedip gölgeleri ilah edinenler, gaflet ve delalete sapıyor. Öyleyse ne aradığımızı, neye talip olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Zira ne aradığını bilmeyen ve talip olduğu şeyin farkında olmayan, onu tanıyamaz.
Malumunuzdur ki; kainat var olduğundan beri iyi ile kötü, hak ile batıl bir mücadele halinde ve bu mücadele sünettulahın gereği olarak hayatlara yansıyor. Güzelliğin ortaya çıkması için nasıl çirkinliğe ihtiyaç varsa, kötülük olmadan da iyilik tecelli etmiyor. Allah ise, kullarını hak ve batıl yolunda seçmek ve ille de ayrıştırmak için onları hür iradelerinde serbest bırakmış durumda ve ortaya şer gibi çıkan musibetler, başa gelen belalar, esen sert fırtınalar ise bu ayrışmayı sağlayan turnusol vazifeli mihenk taşları. Yazık ki bu sınanmaların ruhuna eremeyenler, nesiller boyu cennet misal yurt edinip çok ciddi emek verdikleri yaşamlarını güzelleştirmek, ötelere taşımak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorlar ama karşılarına çıkan ilk büyük engelle de başka yerleri yurt tutmak ümidiyle çekip gidiyorlar.
Bu tespitleri alt alta toplayıp iman dolu bir göğüs, kararlılık dolu bir yürekle; geleceğin kaygılarını Rabbimize teslim ederek; umduklarımıza nail, korkularımızdan emin olma temennisi ile; dünyanın süslerine ve güzelliklerine, insanların meşgul oldukları zevklere ve servetlere gözümüzü kapamış bir şekilde önce bizdeki “güzel” kavramına bakalım hep birlikte.
Bizim toplum olarak hemen hepimizin yaşanmışlıklarımızdan örülü bir 'güzel' tarifimiz var. Bu ‘güzel’in akıbetine ‘hayırlı’ zannımızı ekleyip (vicdani boyutta da kendimizi rahatlatarak) hayırlıya talip olduğumuz sanrısıyla ‘güzel’i istiyoruz. Ama kanımca ‘güzel’i değil; kendimiz için hayırlı olacağına inandığımız şeyi istiyoruz.
Tüm platformlarda, kaleme aldığım tüm yazılarda def’aten şahısları kemale, toplumu terakkiye çağıran; felaha ermenin ilkelerini tek tek izah etmeye çalışan ve bu mücadeleye yıllarını vermiş biri olarak yazık ki terazimizin “güzel” tarifinde de yanlış tarttığını görüyorum. Çünkü ölçümüz sadece dünya ve bizim hayırdan anladığımız kendimiz için “güzel” olan. Kendimiz için güzel bir netice yoksa olan şeylerde gizlenen hayrı es geçiyoruz.
Oysa “güzel olan her zaman hayırlı olmayabilir, fakat hayırlı olan mutlaka ve daima güzeldir” dememiz gereken bir çağın göğsünden süt emiyoruz. Emdiğimiz sütün hakkını eda etmek adına da yaşantımızın her karesine iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet mücadelesi vermemiz gerektiğini ısrarla yazıyorum çünkü “ötelerde” kurtuluşun yolu buradan geçiyor. Bu da ancak sevgi ve merhametten yaratılmış olmayı fark edenler, vicdanlarının derinliklerinde bunu bulanlar, Allah’tan varlığa yansıyan sevgi ve merhamet halesini hissedip duyumsayanların bir araya gelmesi ile mümkün olabilir ki bu tespitlerin üzerine ‘güzel’ kavramını inşa edebilelim.
Misal vererek konuyu daha anlaşılır hale getirmeye çalışayım.
Geçmişte uzaya yollanan bir mekiğin kalkıştan bir kaç saniye sonra infilak ettiğini anımsıyorum. Oysa astronot olmak için kıyasıya verilen yarışta binlerce insan içinde sadece yedi kişi seçilmişti. Elenenler üzülüp kahrolmuş, çünkü kendileri için ‘güzel’ olana inanmıştı. Ama o mekik fırlatıldıktan saniyeler sonra dünyanın gözü önünde paramparça oldu ve o mekiğe binmek için can atan yedi kişinin cesetleri paramparça bir halde boşlukta kayboldu.
Şimdi kendinizi o mekiğe binemediği için üzülen insanların yerine koyun bakalım, ne hissediyorsunuz?
Evet, maalesef nice insanlar var ki kendilerini cennetten mahrum olup cehenneme mahkum edecek bir hayat yaşayabilmeyi mal ve mülklerinin çokluğuna borçlu. Aynı şekilde yine nice insanlar da var ki bedenlerindeki sıhhat olmasa, işlemeyi adet haline getirdikleri günahlara takat getirmeleri mümkün olmayacak. Hastalığı sebebiyle günah işlemeye güç yetiremeyen, fakirliği sebebiyle istese bile günaha imkân bulamayanları da eklemek lazım bu listeye.
Yani, ölçüsü dünya olan kişinin hayırdan anladığı, kendisi için güzel olan. Bu tür insanlar kendisi için güzel bir netice yoksa olan şeylerde gizlenen hayrı göremiyor. Ölçüsü öteler olan kişinin ise ‘güzel’den anladığı kendisi için hayırlı olan. Bu kişiler de olanda hayır olduğuna inandıkları için yaşam serüveninde ‘çirkin’ göremezler. Çünkü O'nun (c.c.) çirkin işi olmadığına, bizim güzel göremeyen gözümüz olduğuna iman etmişlerdir. Olmasını istediklerimiz hususunda değil sadece, olanı yorumlama konusunda da bu sarsılmaz hakikate muhtacız aslında.
“Güzel”i dilim döndüğünce tarif etmeye çalıştım. Peki ya “her şey”?
Bence “her şey” yerine gelmesi gereken en önemli kavram “adalet”. Toplum olarak öyle kötü şeyler gördük, öyle travmalar atlattık ki bir şeylerin “güzel” olacağına inanmaya ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç içinde hepimiz farkında olmalıyız ki her şeyin güzel olması ancak adaletle mümkün. Eğer bu coğrafyada ‘her şey’ çok güzel olacak ise (ki buna inancımız tam) bu; hamasi nutuklarla, telkinlerle değil, “adaleti her kesim için” sağlamakla mümkün olacak. Bu kavramları alıp toplumsal yaşama entegre ettiğinizde ise “daha güzel, daha adil, daha yaşanılır bir ülke için” bu umudu gerçeğe dönüştürecek adım ve yaklaşımlara ihtiyacımız var ve bu konuda toplumun her ferdine düşen sorumluluklar var.
Çünkü toplumun hemen hemen bütün kesimleri farklı dönemlerde “adaletin” tam olarak yerleşmemiş olmasının bedelini ödedi. Tabi bu bedeli sadece fertler değil tüm ülke ödedi. Bu yüzden de toplumsal anlayış dönüşümüne, hatta bir tık ötede “toplumsal bütünlüğe” ihtiyacımız var. Kimsenin geçmişine, etnik kimliğine, inancına, yaşam tarzına bakmadan, “ötekileştirmeden” “gel el ver ülkemizi daha ileriye taşıyalım” diyecek bir anlayışa; ideoloji eksenli ‘biz ve onlar’ ayrımını bir tarafa bırakıp evrensel değerler çerçevesinde toplumun bütün kesimlerini içine alması gereken yeni bir ‘