EŞYAN MI SANA AİT, SEN Mİ EŞYAYA AİTSİN?
Sahip olduğun şeyi “veremez” hale gelmişsen onun üzerindeki tasarruf hakkını yitirmişsindir. Çünkü “veremediğin” şey seni almıştır. Sen onu “almış” olsaydın, verebilirdin de.
Zaman zaman sorduğum sorularla yüreğimin ve zihnimin kavgasına sizleri de ortak ettiğimin farkındayım ama yazma işi olmasa sanırım aklımı susturamayacağım.
Okuyanlar anımsayacaklardır, okumayanlara da biz hatırlatmış olalım Bakara Süresi’nde geçen Musa(as) ile Hızır(as) hikayesini;
Hikayenin sonunda bir köye varılır hani ve köyde kimse onlara ne yiyecek verir ne de barındırır ama buna rağmen Hızır(as) köyün yıkık duvarını, aç bilaç haline rağmen onarır.
Hz Musa (as) hayretler içerisinde itiraz eder;
“Bu nasıl olur, isteseydin şu duvarın onarılması için ücret talep edebilir ve bu sayede karnımızı doyurabilirdik”
Oysa işin aslı, suret ile sireti birbirinden farklıdır.
Yolculuğun sonu olan bu son sorudaki cevap zahirin batıni yönüne, duvarın ötesine, Rabbin sonsuz ilmine gebelik etmektedir ki doğacak çocuğun adı hayırdır, güzelliktir, merhamet ve rahmettir.
Zira onarılan duvarın içinde yetimlere ait bir hazine vardır ve duvarın o haliyle kalması hazineyi ortaya çıkaracak ; bu yetimler reşit olmadan hazine bulunup yağmalanacaktır.
Cevap, suretten sirete, görünenden bilinmeyene adeta bir tokat gibi çarpar Hz Musa(as)’nın benliğine;
“Duvarı onardım ki, yetimler büyüyünceye kadar hazine saklı kalsın ve kimsenin eline geçmesin”
Bu kıssayı her okuduğumda günbe gün yıkılan, her gün bir tuğla eksilen ömür duvarlarımızı anımsıyorum ve Rahman bu duvarı onarmak adına kendi verdiği can ve mala kıyarak O’na ( yetime, yoksula, düşküne, muhtaca, yolda kalmışa, dara düşmüşe, mazluma, düşküne) borç vermemizi istiyor;
“Kim Allah’a güzel bir borç vermek ister?” ( Bakara, 245)
Allah’ın ihtiyacı mı vardır bu borca, hayır tabi ki.
Ama O’nun hikmet kalemi kimini muhtaç kılıyor, kimini ise bu ihtiyaç üzerinden varlık nimeti ile imtihan ediyor.
Bu yüzden olsa gerek ki haykırıyor İlahi kudret;
“Asra yemin olsun ki, insan ziyandadır”
Neden?
Çünkü ömür duvarı her günle beraber virane haline geliyor ve o kudret bize verdiğini bizden isteyerek bu duvarı rahmet eliyle, merhamet nefesiyle onarıyor. Üstelik gerçeği hakkiyle göreceğimiz hesap günü bu borcu geri ödeyeceğini söyleyerek.
Gönlünü muhatap alıp, gözlerini hayra ve güzelliğe yoran ahlâkın varisi olarak da bu borcun bereketinin lezzetini tadanlar hem yaşamı kalbinin renginde yaşamaya başlıyor, hem de bu rengi etrafına bulaştırma gayreti içinde oluyor.
Bu yönüyle de güzelle çirkini, iyiyle kötüyü, hak ile batılı ayırt edip tanıma yetisini sağlayan ve azıcık bir bedelle türlü rahmetler sunan Rabbine karşı salt söylemlerle değil eylemlerle de ruhlar şükür makamında secdeye kapanıyor.
İşte o secdede çağlar ötesinden zamanın plastik kokan nefeslerine haykırıyor nebevi soluk;
“İnfak et Bilâl, infak et! Arşın Rabbi eksiltir diye korkma!”
Bu uzun girizgahtan soralım mı kendimize bugün;
“Eşyam mı bana ait, ben mi eşyaya aidim” diye!
Öyle ya sahip olduğun şeyi “veremez” hale gelmişsen onun üzerindeki tasarruf hakkını yitirmişsin demek oluyor. Çünkü “veremediğin” şey seni almıştır. Sen onu “almış” olsaydın, verebilirdin de.
'Benim'le başlayan cümlelerle kavgamız bu yüzden yok sanki.
Benim param, benim arabam, benim evim,beni çocuklarım, benim param, benim telefonum, benim bilgisayarım.
Veya;
“Şu da benim olmalı”
“Bu benim elimde kalmalı”
“Benim bir eksiğim olmamalı”
“Bu niye benim değil ki?”
“Şunu bana niye vermedin ki?”
“Benimkiler niye az olsun ki?”
“Onda varsa bende de olmalı”
“Onların var da benim niye yok!”
“Bende yoksa sende de olmamalı”
“Bunlar benim, kimseye vermem”
Sayısını yüzlerce artırabileceğimiz “ben” kavramı üzerine inşa ettiğimiz istek ve taleplerimiz, tüketim hırsımız, sahip olma gayretimize, “biz” penceresinden baktığımızda kanımca sorun eşya kaynaklı değil, kurduğumuz ilişki kaynaklı.
Az veya çok farketmiyor. Sahip olma dürtüsü ele geçirmiş durumda her birimizi; tüketimi ilk ve tek ayet olarak dikte eden kapital dinine iman ettiğimiz için.
Siyer kitaplarında Alemlere rahmet olanın bugün bize “fakirlik, yoksunluk” olarak öğretilen ‘fakr’ kavramının “hiçbir şeye sahip olmamak değil, ne kadar çok şeyin olursa olsun, hiçbir şeyin sana sahip olmaması” olarak arz ediyor Cüneyd-i Bağdadi.
Kanımca bu yüzden Mekke yılları yokluk, baskı, şiddet, zulüm yılları olduğu için hiç anılmayan ‘infak’ kavramı, Medine’ye giriş ile birlikte ardı ardına “sınav” olarak sunuluyor ve ters- düz olmuş insan- eşya ilişkisini düzenliyor.
Zira Mekke yılları yokluk, Medine yılları varlık yılları.
Sanırım “….size verdiklerimizden başkalarına da verin (Bakara,3)” ilahi hükmünden yola çıkarak bizde olanın “bizim” değil, “bize verilen” olduğunu kabul ediyor olsaydık, bize verileni vererek bize veren Allah’ı kazanırdık.
Zira vermek, kendisine verildiğini bilenlerin işi olarak, aldığımızı hatırlamak için değil mi? Ama biz vermeyi unuttuğumuz için bize vereni de unutmuş durumdayız ne yazık ki.
Belki de bu yüzden “vermekle ‘veren’i bulur verenler” diyor ârifler.
Sizi bilmiyorum ama ben kendi nefsim adına eşyaya olan aitliğimi çözemediğim sürece, ben ‘ben’in bana borç verildiğini unutup ‘ben’imi alacaklı olarak görüp ötelere göçeceğim sanırım.
Çünkü eşyaya olan bağımlılığım arttıkça “borç” aldığım ve sahibine teslim edeceğim “ben” yüzünden, beni bana verene borçlu olmam gerekirken tam aksine kendimi daha çok alacaklı hissediyorum!
Ama böyle düşününce de şükürler olsun ki kalbim aklıma itiraz ediyor hemen;
“Seni sana verene diklenmek için kullandığın malzeme, O’nun sana verdikleri”
Hiçbir şeyin yokken seni varlıklı eden O’na; istediğini hemen vermedi diye kızıyor; istediğin kadar vermedi diye küsüyor; istediklerini verince şımarıyor; sana verdiğinden başkasına vermeni isteyince de nazlanıyorsun!
Nasıl bir küstahlık bu farkında mıyız?
Mülkün sahibi ise, sahip olmak ve olmamak arasında kıvranıp duran insanlığa varlık manifestosunu fısıldıyor;
“Sen, ey insan, hatırla ki bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildin” ( İnsan,1)
Öyle ya, yaşaması bile kendinden olmayanın sahipliği ne kadar sahicidir ki?
Aldığı nefesi bile ödünç olan, verdiği nefesi de emanet veren nasıl olur da sahiplik davası güdebilir ki?
Ama biz mülk O’nun olduğu halde biz mülk ve sahip olma kaygısındayız. Ölümü, O var ettiği halde (gücümüz yetmeyeceğini bildiğimiz halde) yok etmeye çalışıyoruz. Hayatı O var ettiği halde, biz boş yere kendi omuzlarımıza yük ediyoruz yaşamayı.
Hayır hayır!
İnsan sahip olduğunu sandıklarıyla sadece birliktedir ve “benimdir” diyemez. Olsa olsa “benimle beraberdir, yanıma şimdilik emanet verilmiştir” diyebilir. Bu yüzden olsa gerek ki, ayetlerde “ölüm” insana emanet edilen hayattan önce zikrediliyor genelde. Sanki kendini pürüzsüzce akıp giden hayatın ortasında bulan insana o beklenmedik kesintiyi en baştan hatırlatıyor. Varlığının kesintiye uğrayacağı o an her daim yanı başında bekliyor seni diyor; varlığın ödünç, sahiplenmen emanet diye de onlarca ayette haykırıyor.
Ve son noktayı koyuyor; “Varlık senle kalacak değil, sen de varlıkla kalacak değilsin”. Yanisi dünyaya bu gözle bakar ve “alış”larımızı hatırlayıp “verme”ye başlarsak hayatın rengi değişecek her birimiz için. Çünkü ellerimizi açıp vermeye başladığımızda o avuçlar bizi cennete taşıyacak ama avuçlarımızı kapatıp, kendimize saklayarak, üst üste yığarak, korkuyla istifleyerek, cimrilik ederek ilkin yüreğimizde, sonra da ötelerde “cehennem”i soluklayacağız.
Selam olsun farkında olan nasiplilere.Selam olsun Rabbine borç verenlere.Selam olsun emanet aldıklarını sonsuz sermaye için harcayanlara.Selam olsun sonsuzluğu nefesleyenlere.Selam olsun kalbinin rengi sevgi, yüreğinin yükü merhamet olanlara.