DIŞARISI MI KALABALIK, İÇERİSİ Mİ?
Ârifler kitab-ül süğra denen “insan” ayeti okunmadan, kitab-ül kübra denen “kainat” ayeti okunmaz der ve eklerler; “küçük kitap olan insanın büyük kitap olan kainatı okuyabilmesi için ilkin kendi içindeki karanlıkları aydınlığa boğması gerekir.“
Kalabalık bir ortamdan bunalan ve kendisiyle buluşmak isteyen biri gözleriyle tenha bir yer arar sanırım. Bu arayışın mekanı imkân ve şartlarına göre ya bir deniz kenarı olur, ya küçük bir çay bahçesi, ya tenha bir cafe veya sessiz sakin herkesin el ayak çektiği loş bir oda.
Peki ya sözünü ettiğimiz bu kişinin içi, dışından kalabalıksa?
Öyle ya, herkesin her şeyden haberdar olmayı adeta ihtiras haline getirdiği bir zamanda; insan, dışarının sağır edici gürültüsünden içindeki sesi duyabilir, o sese kulak kabartabilir mi?
Sosyal çevremizden tutun da eğitim hayatımıza; çeşitlenen ve her geçen gün sayısı artan medya araçlarından, türedi iletişim mecralarına kadar çoklu bir etkileşim ortamı içinde zihinlerimiz bu kadar yoğun bir işgal altında iken ve hemen her cephede savaşan bir akla sahip iken; bırakın kendimizle baş başa kalmayı, bir şeylerin cevabını aramayı ya da bireysel merakımızından doğan “kendi sorularımızı” üretmeyi, gerçekten içimizdeki sesi duyabilir, onunla yeniden buluşabilir miyiz dersiniz?
Nasıl yaşamamız gerektiği başta olmak üzere; “neyi hedeflemeliyiz, neye ihtiyaç duymalıyız, nasıl bir kariyer yapmalı, hayatımızı kiminle birleştirmeliyiz, ölmeden önce nereleri görmeli, neleri okumalı, neleri seyretmeliyiz” e kadar zihnimizden aşağı boca edilen seri üretilmiş hazır cevaplar ve paket menülerin içinden gerçekten ‘bize lazım olanları’ seçebiliyor muyuz; yoksa başkalarının seçtiği ‘lüzumlu’lar, yakamızdan bir şekilde yakalayıp hem zamanımızı, hem paramızı, hem enerjimizi, hem de adına ‘değerler’ dediğimiz tüm maneviyatımızı sünger gibi emerek bizim kendimizle buluşma yolculuğumuzu sürekli erteliyor mu?
Bu enformasyon zırvalığı arasında kendi hatırını sormaya, kendini özlemeye bile vakti olmayan; yedisinden yetmişine ‘evin içinde dahi olsa’ giydiği kıyafetlerin birbiri ile uyumlu olmasına azami dikkat eden ama ‘kendini göremediği için’ davranışlarının insan olmasıyla uyumlu olup olmadığını zerrece umursamayan insan, bütün kişisel performanslarını görünür kılmanın peşine bu kadar düşmüşken kendisiyle hangi ara buluşacak; hangi hakikate ve en önemlisi ‘ne zaman’ teslim olacak dersiniz?
Adına “bilgi” konan çağın insanlara ‘bilgelik’ getirmediği, iletişim teknolojilerinin var olan muhabbeti törpüleyerek ruhunu aldığı, karşıtlıkların ortak alanları tümüyle yok ettiği, herkesin gerçekleri kendi menfaatine göre eğip bükebildiği, hakkaniyet ve adaletin yeşermesi için kılını kıpırdatmayanların her zaman ve mekânda kendilerini haklı gösterecek argümanlar bulmakta zorlanmadığı; insanlık tarihi boyunca olduğu gibi güçlünün güçsüzü ezmeye devam ettiği, zenginin yoksulun sırtından semirdiği, endüstrinin tabiatı yok etmek için artık vardiyalı çalıştığı, taraftarlığın ötekileştirmeyi zorunlu doğurduğu bu paslı zaman diliminde kilitlenen kalbimizin anahtarını nerede kaybettik dersiniz?
Ârifler kitab-ül süğra denen “insan” ayeti okunmadan, kitab-ül kübra denen “kainat” ayeti okunmaz der ve eklerler; “küçük kitap olan insanın büyük kitap olan kainatı okuyabilmesi için ilkin kendi içindeki karanlıkları aydınlığa boğması gerekir.“
Olan bitene bu anlam derinliği üzerinden baktığımızda modların davranışın yerine geçtiği, kodların standart karaktere dönüştüğü bu gidişat içinde kendini bulması gerekirken kendinden kaçan, kendi gerçekliğine ısrarla gözlerini kapatan, duygusal cetvelinin milimetrik ayrımlarını dahi silmek için çabalayan ve koskoca güneş dururken cılız ışıklarla ömrünü aydınlatma gayretindeki insanın gidebileceği bir mesafe; içi zifiri karanlık iken aydınlatabileceği bir zaman veya mekân var mıdır sizce?
Kurgunun krallığı gönül coğrafyamızdaki tüm kaleleri tek tek ele geçirirken; anlam haritalarımızı yerle bir ederek ritmini değiştirdiği yaşantımızda olan biteni asli yapısından, özgül ağırlığından koparıp anlamsızlığın çukuruna iterken; bırakın malını, mülkünü, parasını, arabasını, makamını, mevkisini; aldığı nefesi, taşıdığı canı bile günü geldiğinde teslim edeceğini bilen insan; ne oldu da iman ettiğini iddia ettiği kutsallara ilk adımını atarken dahi “şahidimki” diye beyan ettiği ikrarındaki şahitliği, gem vuramadığı ihtiraslarıyla “sahibim ki”ye dönüştürme uğraşında ömür tüketip, kendisine tanınan vade içinde sadece “kendini” yaşamaya odaklandığı halde, “kendinden ibaret kalamaz” hale geldi ve özünü, anlamını bu kadar kaybetti?
Evet, farkındayım, farkındasınız, farkındalar… İnsan hikâyeleri giderek birbirine benziyor, aynılaşıyor, silikleşiyor. İçini dolduramadığımız bu hikâyelerle yaşadığımız herşey koca bir boşluk halini alıyor.
Zira vaktinin devasa parçalarını sanal dünyadaki rivayetlere kurban veren günümüz modern insanı (sorduğum ve aslında hepinizin cevaplarını bildiğine emin olduğum) bu anlam kargaşaları içinde kendi yaşamını zengin kılacak tecrübeleri yaşamaya artık vakit bulamıyor. Çünkü bütün duygusal ve zihinsel enerjisini “dokunamadığı” sanal bir dünya için harcıyor ve içinde yaşadığı hayatı yüzüstü bırakıyor. Bu öğüten ve öğütme hızını her geçen gün artıran teknoloji değirmeni içinde de “benim hayatım” diyebileceği pek bir şey kalmıyor.
Bu anlamsızlık çukuru içinde kederlerden arıtılmış bir dünyanın hayali kurulsa da, hızlarını arttırmak için bütün anlam ağırlıklarından kurtulmaya çalışan; herkesin büyülenmiş gibi aynı şeyleri yaptığı ve bunları sürekli tekrar ettiği; yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz anlam oksijenini dumana boğmak için kalabalıkların birbiri ile yarıştığı; neredeyse her şeyin satın alınabilir hale geldiği çağımızda; hayatımız, yaşama kültürümüz, kullandığımız eşya ve araçlar, yaşadığımız şehir ve mekanlar, tutku ve arzularımız, alışkanlık ve bağımlılıklarımız ve en çok da bizi biz yapan değerlerimiz ‘hız’la değişiyor.
Bu gidişatta neyin yanlış olduğu, nelerin bizi yanlışlara götürdüğüne dair akla gelebilecek her tespit bu gidişattan mustarip olan herkeste bir karşılık bulsa da ne tuhaftır ki artık bu karşılıktan bir etki doğmuyor.
Çünkü çağın modern insanı(!) birkaç satır okusun, üç beş tweet takip etsin, tv de birkaç hararetli tartışma izlesin ve bu sayede herşeyin hakikatini iki dakikada çözsün, her konuda bilgi ve kanaat sahibi olsun istiyor. Geçtiği eğitim sürecinde kafasından aşağı zorla boca edilen bilginin (gerçek hayatta çok da işine yaramadığını gördüğü için olsa gerek) bilgi sahibi olmanın maliyetini ödemeye mecali yok, yıllarca okuyup araştırmayı gözü kesmiyor artık. Bilgili görünme çabası da sadece yaşadığı toplumda sahip olduğu konum, makam, mevki için geçerli. Yoksa ezici bir çoğunluğun ona bile ihtiyaç duymayacak kadar kendini zeki sandığına eminim.
Heyecanı hız limitlerinin üstünde arayan, her şeyi hızlı yapmayı marifet bilen; bu nedenle de hızlı iletişim ağları, hızlı ulaşım araçları, hızlı okuma yöntemlerini kıyasıya araştıran günümüz insanı; aynı hızla düşünüp unutmaya, aynı hızla sevip soğumaya, aynı hızla kopyalayıp yapıştırmaya, aynı hızla yükleyip indirmeye de başladı farkında olmadan.
Belki de bu yüzden insan zekâsıyla alay eden kişisel gelişim drajeleri yok satıyor, çünkü bunların zihniyetimizdeki her türlü vitamin eksikliğini gidereceğine inandık daha doğrusu inandırıldık.
Dünyada gelmiş geçmiş en büyük kişisel gelişim uzmanının aslında Âlemlere rahmet olarak gönderilen olduğunu nerden bileceğiz ki, merak salıp sevdiğimizi iddia ettiğimiz ama (bu sevginin hakkını vermek adına dahi olsa) ona benzemeye çalışmak için hayatını en ince ayrıntısına kadar araştıralım .
Edebî ifadenin, hikmetli sözün yanına tefekkürü koymak yerine; altına fon müziği, yanına kahve fincanı koymamızın sebebi bu değil mi sizce de?
Peki ya; kitaplarımızı ‘mutlaka okunması gereken 100 kitap’ listelerinden, filmlerimizi ‘ölmeden önce izlenmesi gereken 100 film’ seçmelerinden, gündemimizi hashtag dökümlerinden, trend topic sıralamalarından, fikirlerimizi ‘omuz atın, bugün şu fikri savunuyoruz’ dolduruşlarından, hayallerimizi ‘in-out’ güncellemelerinden, zevklerimizi ‘ne yenir, ne giyilir, ne alınır, nerede kalınır’ güdülemelerinden almamızın altında da bu sebep yatmıyor mu?
“Aslında evet” dediğinizi duyar gibiyim! Çünkü bu ‘medyatik ezber’ hem herkesten bir eksiğimizi bırakmayacak, hem de en seçkin olarak bizi işaret edecek sanıyoruz. Sorulmuş soruların üstüne sorulmamış bir soru eklemek, verilmiş cevapların ötesinde verilmemiş bir cevap aramak; bu yüzden kimsenin aklına gelmiyor.
Ortaya atılan bir konu, filanca yazardan birkaç alıntı, filanca kitaptan üç beş anekdot, şu filozoftan icap ettiği kadar hikmet, bu ariften bir tutam irfanla da her şeyi bilen, her konuda ahkam kesen, elindeki malumat kırıntısı ile allame olan bir toplum çıkıyor ortaya.
Hiçbir hayran olunası zenginliği, inceliği, derinliği, başkalığı olmayan ama buna rağmen sebepsizce başkalarının hayranlığını kazanmayı bekleyen şaşkın, heveskâr bir kalabalığın olduğu bir ortamda; insanlar üretmek, okumak, bilgilenmek için neden uğraşsın ki?
Ama bence şu manzaranın en acınası tarafı da bu kadar aktivite, bu kadar harcama, bu kadar didinip durma, bu kadar ondan bundan bahsetme, bu kadar afili poz, bu kadar cafcaf ve parıltıyla mutlu olmaya çalışan bu güruhun hala “ben neden mutlu, huzurlu değilim” sorusunu keşfedememiş olması.
Böyle bir keşif sancısı olmayan toplumun sosyolojik bir röntgeni çekilse; birbiriyle sürekli didişen, birbirinin hakkına hukukuna riayetkâr olmaktan hızla uzaklaşan, ahlâklı davranışı hep başkalarında görmek isteyen, yargılarken kaba ve katı, severken ölçüsüz ve bencil, meseleleri derinliğine kavramak yerine zihnini klişelere teslim eden, tabii olan her şeyi tahrip eden, muhasebesiz, muhakemesiz, her oltaya gelen, her zokayı yutan, her rüzgâra kapılan, liyakate sahip çıkmayan, değerlerinden yeni değerler üretemeyen ve yeniliklerle kaidesini kaybeden bir görüntü çıkar ortaya kanımca.
Farkında mısınız bilmiyorum ama bence bu yüzden büyük kelimelerle konuşuyor, küçük anlamlarla idare etmeye çalışıyor; büyük meseleleri çözmeye soyunuyor, küçük engellere takılıp kalıyoruz. Yanlışın tarifinde hemen hepimiz hemfikiriz ama oradan doğrunun pratiğine geçemiyoruz.
Bu yüzden olsa gerek, ben sürekli birilerinden bahsediyorum ya da birileri sürekli benden bahsediyor; ne zaman bir araya gelsek başkalarını konuşuyoruz. Bu yüzden olsa gerek, hiç kimse hiçbir zaman kendinden bahsetmiyor; hiç kimse hiçbir zaman kendinde olmuyor, hiç kimse hiçbir zaman kendini yaşamıyor. Bu yüzden olsa gerek, bize hatamızı, yanlışımızı, eksiğimizi, eksikliğimizi söyleyeni anında düşman belliyoruz.
Çünkü her birimiz (başta zavallı nefsim) o kadar inanmışız, inandırılmışız ki kusursuzluğumuza; o kadar mükemmel, o kadar kusursuz görüyoruz ki kendimizi; neyi beğensek o kayıtsız şartsız güzeldir sanıyoruz. Neyi sevmesek, sırf biz sevmedik diye o şey her ne ise çirkinin ta kendisi oluyor. Hatanın hiçbir şekliyle bize zinhar yakışmayacağına, yanlış adına herhangi bir ihtimalin üstümüzde ilişecek hiçbir yeri olmadığına inanıyoruz.
Bu kir tutmazlığımızın nedenine, nasılına dair ise en ufak bir muhakememiz olmadığı gibi bu kemâle ne yaparak eriştiğimiz sorusunun cevabını bulabilene aşk olsun. Dayanaksız, boş, havada asılı duran, içini neyle doldurabileceğimizi hiç düşünmediğimiz kibrimizle; ucu muhtemel bir sorgulamaya, yüzleşmeye, muhasebeye çıkan hiçbir sokağa adımımızı atmadığımız için böyle bir sorumuz da yok zaten.
Bu sorgusuzluk ve gamsızlık, aynı zamanda canımızı sıkacak her şeyi etkisiz hale getirebilen; hiçbir uyarı, nasihat ve eleştirinin delemeyeceği kalınlıkta bir zırh örüyor her birimiz için. Üzerine üzüntü ve kaygı yapışmış; kumaşı kibir, süsü ise gurur olan bu zırhlara bürünüp ahlâkı, iyiliği, dürüstlüğü, adaleti, hakkaniyeti, diğerkâmlığı, inceliği, güzelliği toplumsal kampanyalarla, özlü sözler ya da gösterişli bilboardlarla ayakta tutabilmek için çabalıyoruz ama nafile.
Nafile, çünkü bütün bu değerleri önce ferdî planda ve bu sayede toplumsal hayatta vazgeçilmezimiz kılarak, hayatımızın her anında bunun mücadelesini vererek, karşılaştığımız her müşkülde insan olmaya, öyle kalmaya dikkat ve sadakat göstererek yaşatabiliriz.
Manen çöl olmaya yüz tutmuş asrımızın dilsiz dudaksız bir tanığı olarak, telaffuzum elverdiği ve Rabbimin nasibince, ahlâkının varisi olduğumuz Alemlere rahmet olana benzediğimiz nisbette değer kazanacağımız bilincinin ihya ettiği bir ikna dili içinde; yaşadığım çağın yaralarına dokunmak, sevgi ve merhamet ışığının taşıyıcısı olmak adına kendi yürek arzımdan çıkanlar kendi zihin semamı doldursa da tam da bu noktada sormak istiyorum;
Dışı bu kadar kalabalık olan insan içerdeki sesi duyabilir mi veya içerden bu kalabalığı gören ben gibi acizler kendi kabuğundan çıkıp bu anlamsızlığın bir parçası olur mu?