“ORTAK AKIL” ZORUNLULUĞU
Gençlerimiz yeni filizlenen bir ağaç dalı gibi; nereye bükerseniz, o yöne doğru büyüyor. Dolayısıyla doğru budarsanız, güçleniyor, yanlış budarsanız da ne boy veriyor ne de ürün. Bu yüzden de şu makus tablo içinde illa ki bir suçlu aranacaksa bu kesinlikle gençlik değil.
Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı”ndaki “Mahmut Hoca” karakterini hatırlamayan yoktur sanırım hem eski hem de yeni jenerasyon içinde. Hayran olduğum bir eğitimci profili çizen rahmetli Münir Özkul’a çok da yakışan bir rol olan bu karakterin beni hayran bırakan tarafı “insanı” merkeze alıp, gençlere okuldan, eğitimden, dersten, kitaptan daha çok değer vermesiydi. Çünkü eğitim sürecinin asıl amacını ziyadesiyle gözümüzün içine sokan bu karakter; hem gençlerimize hem de eğitim caimasına “olmazsa olmaz”larımızı beynimize ilmek ilmek nakşediyordu. Ama biz bugün bu denli hayati bir mevzuda gençlerimizi, onların ilgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerini odak noktamız yapacağımıza nitelik değil nicelik peşine düşmüş ve uzmanların ciddiyet ve özenle ele alınması gereken bir mevzuyu yazık ki siyasete alet etmiş durumdayız.
Ekim ayında yönetici ataması
Yürütmekte olduğumuz “İnsan İnsana Emanettir” projemiz kapsamında dolaştığımız il ve ilçelerde doğal olarak muhataplarımız okul ve kurum müdürleri; ancak koca yaz tatili dururken Ekim ayında, eğitim öğretimin en yoğun olduğu bir dönemde bir okula veya kuruma atama yapmak hangi zihnin ürünüdür anlamak mümkün değil.
Girdiğimiz kurumların hemen hemen hepsinde okul ve kurum müdürlerinin henüz atandığını; hatta bir kuruma aynı gün içinde yapılan atamaların değiştirilmesini “akıl tutulması” yaşayarak izledik.
Oysa ki; temiz bir aklın ürünü, eğitim öğretim gibi ülkenin yarınlarını şekillendiren bir süreci gerçekten ciddiye alıyorsa, yapması gereken atamayı yaz tatilinde gerçekleştirir; hem atadığı insanın adaptasyonunu sağlar, hem de planlı ve programlı bir çalışma takvimi hazırlamasına zaman ve imkân yaratır. Sürecin en yoğun olduğu bir dönemde yapılan böylesi bir atamada oraya atanan yöneticiden verim beklemek ise idrak yetimliğidir.
Sınıfta kalma acilen gündeme gelmeli
Eğitime dair tüm makalelerimde 9.sınıfa kadar geldiği halde “okuma yazma öğrenememiş” ya da “idrak edebilme yeteneğini elde edememiş” gençlere ısrarla vurgu yapıyorum. İşin mutfağında alın teri döken kurum müdürleri, rehber öğretmenlerimiz ve idarecilerimizle yapılan görüşmelerde bu konu gündemdeki yerini koruyor zira herkes bu konudan muzdarip durumda. Okula sadece 10 gün devam eden bir öğrencinin sınıf geçmesine onay vermek, okuma yazma dahi öğrenememiş bir genci liseye geçirmek hatta kaydını yapmak okullardaki okumaya azimli gençlerin de önünü tıkıyor. Çünkü onlara sarfedilmesi gereken efor ve enerjinin büyük kısmı sözünü ettiğim okuma yazma öğrenememiş ya da okuduğunu anlamada yetersiz gençlere harcanıyor. Bu da hem sınıfın hem okulun eğitim öğretim kalitesini olumsuz anlamda ve ciddi bir şekilde etkiliyor; iş yapabilme azmini törpülüyor ve ortaya doğal olarak “başarısızlığın” resmi çıkıyor.
İmam Hatip Liseleri’nin durumu
Bir zamanlar hem modern bilimlerin öğretildiği hem de dini bilgilerin verildiği ve toplumun göğsüne iyilik, güzellik, merhamet ekmek adına önemli kanaat önderleri yetiştiren, benim de “manevi ordularımız” olarak görmek istediğim İmam Hatip Liselerimiz için “dindar bir nesil yetişsin” diye Milli Eğitim bütçemizin azımsanmayacak bir payını Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne ayırıp devasa binalar yapıp tıka basa malzeme doldurmuş durumdayız ki, veriler normal liselere harcanan kişi başına düşen harcama miktarının yaklaşık 2,5 katını İmam hatip liselerine aktardığımızı gösteriyor.
Eskiden, daha çok “geleneksel” dindarlarımızın çocuklarını “şehir yaşamının kötülüklerinden” korumak için yolladığı ve sınavla öğrenci alan, dindar kesimin çocuklarının devlet denetiminde sağlıklı bir din eğitimi almasından memnun oldukları; oldukça da kaliteli ve seviyeli mezunlar veren bu okullarımız ziyaret edip gördüğümüz kadarıyla inanın perişan durumda. Dışı çok güzel ama içerde bişey yok. Şu ana kadar ziyaret ettiğimiz 2136 küsur okul içinde yanlış anımsamıyorsam 425 civarı İmam Hatip lisesi idi ama dinimizin ilk emri olan “oku” emrine ait net cevap alabildiğim onbinlerce genç içinde cevap verebilen sayısı dahi bir elin parmaklarını maalesef geçmiyor.
Bakanlığımız bu konuda “Proje İmam Hatip Liseleri” konusunda çok önemli ve güzel bir adım attı ki “proje” okulu olarak belirlenen okullarımızın emin olun yöneticisi de personeli de öğrencisi de “ben burdayım” mesajını çok net verebiliyor. Ama bu adımın devamı gelmeli; daha çok imam hatip lisesi açmak yerine mevcut olanların eğitim kalitelerinin yükseltilmesi için artık “niceliğe” değil “niteliğe” önem verilmelidir.
Üniversitelerimizin çoğalması bir başarı ölçütü değil!
Devlet, vakıf fark etmiyor, ülkemizde çok çabuk üniversite kurulabiliyor. Hatta kurmakla kalmayıp en fazla üç beş yıl içerisinde her birine on binlerce öğrenci alıyoruz.
Son açıklanan verilere göre üniversitelerdeki öğrenci sayımız 8 milyonu aşmış durumda. Nüfus yoğunluğu açısından hemen hemen aynı olduğumuz Almanya gibi bir ülkede ise bu rakam üç milyon civarında! Ama onların iş sorunu yok, mezun oldukları alanlarda çalışıyorlar, bizimkiler ise ne iş bulsalar girmeye razılar ama onu bile bulamıyorlar.Onlarda bir üniversitenin doktora eğitimi verebilmesi için en az 30 yıl geçmesi gerekiyor, bizde ise okul bittikten 3 yıl sonra doktoraya izin çıkıyor!Onlarda en son üniversite 40 yıl önce açılmış, bizde en iyimser haliyle 6 ayda yeni bir tane açılıyor!
Peki, Almanya daha çok üniversite açıp, daha çok öğrenci mezun edemez mi?Elbette yaparlar ama “Bize bu kadarı yeter, önemli olan ara insan gücü” deyip, mesleki eğitime ağırlık veriyorlar.Kafayı kaldırıp baktığımızda bugün, onlar, dünyanın en güçlü ekonomilerinden birine sahipler, bizde ise özellikle üniversite mezunlarının işsizliği en önemli sorunlarımızdan biri!
YÖK, pek çoğu dayatmayla ya da ticari amaçlarla kurulan üniversitelere açılış izni ve kontenjan verirken, istihdam olanaklarını da düşünmek zorundadır ve YÖK’ün hedefi, sadece kontenjanları doldurmak ve profesör sayısını artırmak değil; kaliteyi, insan gücü planlamasını ve istihdamı da dikkate almak olmalıdır.
Ara insan gücü yetiştiremiyoruz!
Toplumun lokomotifi olarak görebileceğimiz mesleki ve teknik liselere gidip ziyaret edin; ötekileştirip çaresizliği öğreterek ‘vasat’ ilan ettiğimiz, ‘akademik başarı’ algımıza kurban verdiğimiz ne kadar gencimiz varsa bu liselere yollamışız. Bu algı kurum yöneticilerinde bile mevcut. Aynı il hatta aynı ilçede bir taraftan fabrika gibi üretim yapabilen bir mesleki liseye karşılık, hiçbir şey üretemeyen okullarla da karşılaşabiliyorsunuz. Bina aynı bina, imkân aynı imkân, şartlar aynı şartlar olmasına rağmen üstelik.
Bir okul müdürümüzün 1,5 milyon tutarındaki makinelerimizi “kullanabilecek kapasitede öğretmenimiz olmadığı için” cihazlarımız atıl durumda sözü hala dimağımda.
Oysa ki ‘akademik başarı’ algımızdan vazgeçerek nitelikli insan gücüne yönelip bununla ilgili bir plan, program yapmayı başarabilsek gençlerimizin müthiş başarılara imza atacağına dair inancım tam. Yeter ki mesleki lise algımızı toplumsal düzeyde çözebilelim. Bu konuda adım atması gereken ilk merci Bakanlık ve bunun için de hamasi söylemlerin ötesine geçilip bu okullarımızın başarılarının ön plana birer namzet olarak çıkarılması gerekiyor.
Mesleki liselerden üniversitelere sınavsız geçiş hakkı
Bugün için sadece ülkemizin değil, dünyanın en önemli sorunlarından biri işsizlik. İşsizliğin çaresi ise üretimden, üretimin yolu da üretken insan yetiştirmekten geçiyor! Ne yapıp edip eğitim sistemimizi sınav odaklı olmaktan kurtarıp, üretim ve çözüm odaklı hale getirmemiz gerekiyor!
Peki, bu o kadar zor mu? Tabi ki hayır!
Üretim ve çözüm odaklı bir eğitim sistemini daha önce Köy Enstitüleri ve meslek liseleriyle denedik ve çok başarılı olduk. Anadolu liseleri ve fen liselerini özünden koparmadan önce çok başarılı örneklerle karşılaştık.
Sonra ne olduysa oldu, çocuklarımızı eğitimden, üretimden kopartıp, sınavların ve dershanelerin kucağına attık. Gelinen son nokta ise tam bir bataklık. Elini veren kolunu kurtaramıyor! Çocukluğunu, gençliğini sınavlar için feda edenlerin ödülü işsizlik oluyor! En başarılı olanların bile diplomaları artık bir işe yaramıyor. Çünkü yetkinlik kazandırmıyoruz!
Bu konuda en büyük hatamız, umut tacirliği oldu. Tüm çocuklarımıza olmayacak hayaller kurdurduk, testlerin, dershanelerin ve diplomaların kölesi haline getirdik. Meslekten, hayattan, mücadeleden, üretimden koparttık.
Hem bir eğitimci, hem de uzun yıllardır bu sahaya gönül vermiş ve mümbit coğrafyamı karış karış dolaşmış biri olarak diyebilirim ki bugün bir sağlık meslek lisesi mezunu gencimiz en az bir tıp öğrencisi kadar donanımlı halde. Ya da meslek liselerinin makine bölümünden mezun olan bir gencimiz, bir mühendis kadar pratik bilgilerle donanıyor.
Bu noktada yapmamız gereken şey onların önündeki üniversite engelini kaldırmak olmalı. Yani bir sağlık meslek lisesi mezunu gencimiz, tıp öğrencisi olmak istediği zaman üniversite sınavına takılmamalı; bir diğer gencimiz mühendis olmak istediği zaman bu engelle zaman kaybetmemeli ki biz gençlerimizi yok yere heba etmeyelim. Bunu başarabildiğimiz zaman inanıyorum ki özellikle gençlerimizin hem sevdikleri mesleklere kavuşmalarını sağlayacak hem de mevcut üretim kalitemiz tavan yapacaktır.
Meslekler saygınlığını yitiriyor
Evet, yazık ki meslekler saygınlığını yitiriyor çünkü bir mesleğin değeri kazandırdığı parayla ölçülüyor. Çünkü tahakkümün tüm gizli türlerini kitab-ül mübinin “menat” dediği parayla keşfettik ve özgürlüğümüzün ufuklarını da bu kararttı. Biz paranın esaretine girdikçe kalplerimiz görme yeteneğini kaybetti, marifet kavramını unuttuk, böylece de basiretimiz bağlandı. Hayret edemez, doğan her güne mucize gözüyle bakamaz hale geldik.
İşte bu yüzden de “saygın(!)” olarak görülen birkaç meslek var artık ve diğer meslekler kapital bir zihin algısıyla önemsiz sayılıyor. Mesela bir bahçıvan avukatın hizmetçisi olabiliyor. Kurduğumuz eğitim sisteminde çok az insan mezun olduğu fakültede öğrendiği mesleği icra ediyor; çünkü fakültelerde verilen eğitim her gencimize diploma kazandırıyor ama meslek kazandırmıyor. Bu nedenle olsa gerek ki, gençlerimizin sevdikleri meslekleri öğrenmelerini ve yapmalarını sağlayamıyoruz.
Suçlu aranacaksa bu kesinlikle gençlik değil!
Gençlerimiz yeni filizlenen bir ağaç dalı gibi; nereye bükerseniz, o yöne doğru büyüyor. Dolayısıyla doğru budarsanız, güçleniyor, yanlış budarsanız da ne boy veriyor ne de ürün. Bu yüzden de şu makus tablo içinde illa ki bir suçlu aranacaksa bu kesinlikle gençlik değil. Çünkü onlar biz ne istediysek yaptılar. Sınavları kazanın dedik kazandılar, en iyi üniversitelere girin dedik girdiler, en iyi meslekleri seçin dedik seçtiler, diplomasız olmaz dedik; bir değil, birkaç diploma birden aldılar. Onlara bu vasıfsız, ezberci ve dayatmacı eğitim modelini biz dayattık.
Hep ben haklıyım
“Anlama ve kavrama yeteneğimiz” okullarda, medyada, dernek, sendika ve muhtelif oluşumlarda yok edildiği ve beyinlerimiz sabit düşüncelere programladığı içinhangi kitabı okutursanız okutun, ne anlatırsanız anlatın; her bireyimiz okuduğundan, duyduğundan, karşılaştığı farklı düşüncelerden hazımsızlık yaşıyor ve aykırı her fikri, düşünceyi yok etmeye çalışarak kendi sabitelerini ısrarla savunuyor. “Ben hep haklıyım ve hakkaniyet benim bilgimde, doğrularımda, düşüncelerimde” diyen birileri ile de Hakk’ı düştüğü yerden kaldırmak imkânsız hale geliyor böylelikle.
Bu ve benzeri tabloları gördükçe de hırs ve haset olmasaydı pek çoğumuz yalan söyleme ihtiyacı hissetmezdik diyor yüreğim.
Zira görünenle meşgulüz hep; görünmeyenin, içe ait olanın, kalbin uzağındayız. Bu yüzden de günahı bedenin yaptıklarından ibaret zannediyoruz, kalbin hastalıklarından haberimiz yok. Hâlbuki o et parçası, o kalp bir kurtulsa hastalıklarından, bedenimizin günaha tahammülü kalmayacak, istesek de günah işleyemeyeceğiz. Ağacın köküne kendi ellerimizle kurtları boca edip “neden meyveye durmuyorlar” diye dallara sövmekten farksız bizimkisi.
Ailede verilmesi gereken “eğitim” olgusunda, okulların üstlenmesi gereken rolü öteleyen ve okulları salt öğretimin yapıldığı, ders kitaplarındaki bilgilerin çocukların kafasına boca edilip sınavlara tabi tutulduğu bir mekanizma olarak gören zihniyet sayesinde “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” realitesi yıllar önce erimeye başladığı için dilimizden düşürmediğimiz Celalettin-i Rumi’leri, Yunus Emre’leri, Mimar Sinan’ları yetiştiremiyoruz artık.
“Öğrencinin saçını kesen kurum müdürü beni karşısında bulur” diyen Milli Eğitim Bakanı, kurum müdürlerinin omzuna yüklediği tonla sorumluluğa karşılık yetkilerini elinden tümüyle alıp merkeziyetçi bir zihniyeti zirveye çıkaran mevcut sistem, “öğrenci her zaman haklıdır” diye yaptığı her şikayeti, aldığı her başvuruyu öğretmenine karşı silah olarak kullanan sözüm ona denetim sistemi, çocuğa bağırdı diye “psikolojisi bozuldu” algısıyla sınıfa kadar çıkıp öğretmeni tartaklayan veli; bu tabloda her birinizin ayrı payı var ama hazinemiz olan bu gençlerin topluma ve insanlığa yararlı birer fert olabilmelerinin önünde birer engel olduğunuzu göremiyorsunuz bile.
Başınızı ellerinizin arasına bir düşünün;
“Neden tefekkürümüze yön verecek, sanatıyla çığır açacak, şiiriyle kalbimizi sorgulatacak, eseriyle yarınlara mühür vuracak insanlar artık yetişmiyor?”
“Şiirin, tefekkürün, aksiyonun, çilenin hudutlarını zorlayan divanelerimiz neden yok artık?
Bugüne söz söyleyecek, sözünün yankısı Doğu’da ve Batı’da çınlayacak birisi niye yok, neden gelmiyor, niçin yetişmiyor bir şair, bir münevver, bir sanatçı, bir yazar, bir dava adamı, bir biz?
Mazlum, masum, mahzun, yetmiş iki bin evliya dölü olan mukaddes Anadolu Coğrafyasını yeniden dünyaya “güven adası” yapabilme gayretine soyunmuş; almaya değil, vermeye gelen; konfora değil çileye talip olan; yokluğu katık eden; aşağılanan bir duruşun, horlanan bir inancın bayrağını dalgalandıran; fikirlerini muteber, şiirlerini güzel, çağrısını endamlı bulduğumuz zatlar yetişmez mi dersiniz 25 milyon gencimiz içinde.
Yoksa bu işi kulağında küpe, üzerinde yırtık pantolonu ile gençlerinize dininizin kültürünü ahlakın bilgisini anlatan 28 Şubat mahsulü din kültürü ahlak bilgisi öğretmenlerimizle mi yapmayı düşünüyoruz?
Yaşadığımız toprak mı müsait değil, iklimimiz mi? Eğitim Öğretime harcanan paranın farkında mı değiliz; bina, fizik, donanım olarak yaşadığınız altın çağın mı körüyüz ki “avuçlarımızda neden bir altın nesil yok” diye hayıflanmak yerine o altın neslin tohumlarını atmak uğruna kendini adayanları dar ağacına çıkarıyor; heva, istek ve hırslarınızın hedefi haline getiriyoruz?
Farkında mısınız başörtülü hakimimiz, polisimiz, öğretmenimiz var artık ama sokaklarımızda “tesettürün” onurunu koruyacak kızımız kalmadı artık; uğruna göğüslerimizi siper edeceğimiz.
Heyhat diyor daralan sol yanım;
İnsanın kendine ettiğini yedi cihan bir araya gelse edemez. Dostu kendinden büyük olacak insan dediğinin; kendinden büyük düşmanı yok zaten; ve yaşadıkça,gördükçe öğreniyor insan; sorduğum soruları yabancıya sormanın ukalalık, kendine sormamanın ahmaklık olduğunu ve korkarım biraz daha yaşlandıkça anlayacak; sormak ve cevaplamaktan ziyade asıl gerektiği gibi olamamanın, olmaya çalışanların önünde engel olmanın boşa geçmiş bir ömür manasına geleceğini.
Zira sorduğum soruların hepsinin cevabında başta kendi nefsim hepimizin katkısı var.
Siyasetçimizin düşünmediği, münevverimizin kafa yorup çıkış yolunu göstermediği, sanatçımızın fark edip dert edip tefekkür edip yapamadığını ben söyleyeyim efendiler;
Eğitim boşluk kabul etmez
Hemen her fırsatta dile getirmeye çalıştığım gibi, eğitim dediğiniz olgu; bir ülkenin geleceğini, nereye varacağını, ilerleyen zaman diliminde nerede olacağını belirleyen bir süreç ve bu yüzden de boşluk kabul etmiyor. Bugün kucaklayamadığımız, sahiplenemediğimiz, frekansını yakalamayadığımız ve ötekileştirip başarısız ilan ederek sistem dışına ittiğimiz her gencimizi adeta başkalarının kucağına itmiş oluyoruz.
Madem ki medeniyet dediğimiz şey kültür ve teknoloji üretme yeteneği, öyleyse kendi kültürümüze bağlı bir zihinle kökümüzden kopmadan göklere uzanmanın mücadelesini ortaya koymak zorundayız.
Kökten kastım geçmişe tapınma ve mazinin külleri üzerine ağlamak değil. Toprağın kirlenip yüreklerin çoraklaştığı, bilincimizin köleleştiği bu zaman diliminde yüreğimizi göğe yakın tutmak adına ait olduğumuz manevi mirasın farkındalığına ulaşmak için top yekün bir zihin birliğiyle hakikate ulaşma mücadelesi içinde kaynağa gitmek, başlangıçlara yolculuk yapmak, suyu doğduğu yerden içmek için girişmemiz gereken tarih mücadelemizden söz ediyorum. Ancak bundan sonra bugünkü hastalık, sorun, kriz tam anlamıyla anlaşılabilecek ve bilginin yeni bir tedvini, toplanması yapılabilecek; gerçeğin soluğunu metinlere üflemek ve yeniden onların nefes almasını sağlamak mümkün olabilecektir.
Hâkimin adaletli davranmasını, belediye başkanının rüşvet yememesini, bürokratın torpil yapmamasını, avukatın üçkâğıda kaçmamasını, müteahhidin tasavvurumuza bigâne olmamasını; imamın takva sahibi, doktorun insaflı olmasını, öğretmenin işini ibadet şuuruyla yapmasını, çocuklarımızın milli ve manevi değerlerle donanmasını ve daha olmasını yahut olmamasını istediğimiz pek çok meselenin hallinin siyaset müessesi eliyle gerçekleşeceğini zannediyorsak yanılıyoruz.
Bütün bu işleri yanlış ve eksik yapan kişilerin bizim içimizden çıktığının farkına vararak kendi halimizi düzeltme yoluna gidersek bir gün bu işleri yapanlar doğru dürüst insanlar olur ve onların marifetiyle siyaset müessesi kendi asli işini kâmilen yapmaya, devlet mekanizması iktidar kim olursa olsun işlemeye ve gemi fırtına nereden gelirse gelsin rotasınca ilerlemeye devam eder. Bu işin merkezi de taraftarlıkla zehirlediğimiz algılarımız, menfaatle kirlenmiş akıllarımız değil, okullardır.
Bu nedenle dünyayla rekabet edebilir, en az bir yabancı dil bilen, düşünebilen, sorgulayabilen, üreten nesiller yetiştirebilecek bilime dayalı bir eğitim sistemine ihtiyacımız var ama bu sistem ordan, burdan şurdan alınarak değil; başında bulunan “milli” ibaresinin hakkını eda edecek şekilde bize özgü olmalı, bizi yansıtmalı. Bugünkü batının ötekileştirme ve herşeyi kendi merkezi etrafında yeniden üretme hırsı, insan kibrinin zirvesi olarak karşımızda iken karanlığa karşı mücadele vereceksek ilkin kendi içimizdeki karanlıkları aydınlığa boğmalıyız.
Unutmamalıyız ki, bilginin nasıl elde edileceğine ve hangi tür bilginin değerli olduğuna karar verenler bir bütün olarak evrene ve hayata hükmeder hale gelirler, belirleyemeyenler ise onlar tarafından güdülürler.
Yaşamak dediğimiz şey ise bilgi sarayına girmeyi fısıldar; ama bilgi sarayına sadece size lazım olanı almak için girer diğer bir tabirle “hırsızlık” niyetinde olursanız sadece farelere kalan kırıntılar nasibiniz olur. Çünkü cehalet nerde olduğunu bilmemek, bilgi ise olmamız gereken yerde olduğumuzun farkında olmaktır. Yani ancak dağın tepesinden bütün manzaraya hakim olabilir, dağın tepesinden görüşünüzü keskinleştirebilirseniz. Zirveye çıkmanın yolu ise köküne bağlı olmaktan geçiyor.
Eğer bugün din adına endişe edeceksek çocuklarımızın taklidi değil, tahkiki, sahici ve samimi bir inanca sahip olup olmadığına bakmamız gerekiyor. Ama bu da okulda değil, ailede şekilleniyor. 100-120 m2 lik evlerde annenin ayrı, babanın ayrı, kız veya erkek çocuğunun ayrı bir dünya kurduğu; her bir ferdin yalnızlık ve anlaşılamamaktan şikayet ettiği bir aile ortamında verilemeyen manevi dinamikleri eğitim kurumlarından beklemek; asli vazifesi “öğretim” olan öğretmenleri kayıtsız şartsız “mürebbi” olarak görüp, ailenin veremediklerini öğretmenlerin ve okulların vermesini beklemek avuçlarımıza sadece hayal kırıklığı bırakır.
Peki ne yapmalıyız?
Bu tabloya çözümsel olarak baktığınızda “nereden baktığınız” cevabınızı değiştiriyor. Siyaseten bakıyorsanız, objektif bir değerlendirmeden söz edemezsiniz. Pedagojik bakıyorsanız, her şey daha da içinden çıkılamaz hale geliyor. Öğretmen ve öğrenci gözüyle baktığınızda memnun olan yok gibi.Velilerin olaya bakışı da farklı değil; şaşkın, yorgun ve tedirginler! Sivil toplum örgütleri, medya ya da diğer üçüncü gözler için de her konuda çok daha iyisi yapılabilirdi.
Eğer eğitimde ciddi reformlar gerçekleştirmek istiyorsak ki bu, gerekli olmanın ötesinde, artık zorunluluk haline geldi; her şeyden önce bir gönül birliği sağlanması gerekiyor. Önce eğitimin önemi konusunda hemfikir olup, ondan sonra da, alınacak her karar için ortak paydalar oluşturmalıyız. Bu konuda MEB’e, YÖK’e, üniversitelerimize çok önemli görevler düşüyor.Doğru bir yol haritası çizerlerse, buna ne siyasiler hayır der ne de öğrenci, öğretmen ve veliler.Bu noktadaki referansları, hiç tartışmasız, ehliyet, liyakat ve değerlerimize sadakat olmalıdır.
Çünkü, lokomotif görevini üstlenen; varlığıyla tefekkürün, aksiyonun, çilenin hudutlarını zorlayan; aklın büyük sorularını kalbin mütevazı duruşu önünde diz çöktüren; kelimeler hizasında adam yetiştiren; düşünce dünyasına bizce bakışın asil ve ulvi yalnızlığını taşıyan; yokluğu emeklerine katık edinen; almaya değil vermeye geldiğinin farkında; zaferin asıl sahibiyle hemhal sefere memur olduğunun idrakinde bir irfan ordusuylakaliteyi artıracak ve insan gücü planlaması yapacak olan da onlar, bilimi geliştirecek olan, onun doğru ellerde gelişmesini ve doğru kullanılmasını sağlayacak da onlar. Çocuklarımızın ilgi ve yetenekleri doğrultusunda yol haritası çizecek olan da onlar, aldıkları eğitimi Ar-Ge ile destekleyip katma değeri yüksek ürüne dönüştürmesine önayak olacak da yine onlar.
Toplum olarak önümüzü açacak, dünyayı iyi tanıyan, çağrısı çağını kuracak, bize yol haritası çıkaracak, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden yalnızca hakikatin izini sürecek ilim, irfan ve hikmet yolculuklarına çıkacak bir öncü kuşak yetiştirmek istiyorsak eğer; bize düşen, bu baş döndürücü süreç içinde hakikat kaleleri yıkılmadan evvel oraları mesken eyleyen kötülere kötü, yaptıkları yanlışlara yanlış, çirkinliklere çirkinlik diyebilmek; bunu yaparken de tamahkâr bir tüccar gibi fayda zarar hesabı ile değil; hakiki bir Müslüman hasbîliği içinde faydadan feragat ederek zararı göze alarak kötünün kötülüğünü, çirkinin çirkinliğini, yanlışın yanlışlığını ifade edebilmektir.
Umutsuz değilim!
İnanıyorum ki, iki buçuk asır öncesine kadar neyi nasıl yapıp ettiğimizi bilip iki buçuk asırdır neyin nasıl içine ettiğimizi anlayacak bir nesil gelecek ve işte ihya dediğimiz ulvî vazife İnşaAllah onların işi olacak! Tüm zerrelerimle iman ediyorum ki o günlerin tohumları yoz zihniyetimize, kirli algımıza, tutsak aklımıza rağmen atılacak ve yarınlarımız aydınlık olacak.
Zira, bir elin parmaklarını geçmeseler de yüreğini göğe yakın tutan, ışığa yönelen; oturduğu koltuğa üslubunu, şahsiyetini, rengini veren, yöneticiliği hükmetmek değil hizmet etmek olarak gören yöneticiler de var güzel ülkemde ama koltuktan üslup, şahsiyet, renk devşirenler de mevcut maalesef. Birinde koltuğu alıversen adamdan geriye hiçbir şey kalmıyor, diğerinde adamı alsan koltuk anlamsız kalıyor.
Ne olursak olalım, olduğumuz o şeyin arkasında durabilecek kadar birikimimiz, doğrularından taviz vermeyecek bir karakterimiz, bayağı ihtiraslar için yamulmayacak bir şahsiyetimiz olmalı. Zira kötüye kötü diyecek kadar cesaretimiz yok toplum olarak belki ama, hiç olmazsa yanlışa doğru demeyecek, doğru gördüğümüzü de dillendirecek kadar kendimize saygımız olmalı!
Mademki kişinin yahut eylemin iyi-kötü ve/ya doğru-yanlış olmasında tek mihenk hak ve hakikattir; öyleyse kişiler ve eylemler bize yahut sevdiklerimize sağladıkları fayda sebebiyle değil, hakikate nispetlerine göre iyi-kötü, doğru-yanlış diye tarif edilmelidir. Aksi halde bize faydası olduğu düşüncesiyle kötüyü ve yanlışı sahiplenip bize zararı olduğu vehmiyle iyiyi ve doğruyu ortadan kaldırmak durumunda kalırız.
Delil arayanın çok eskiye, çok uzağa gitmesine gerek yok. Aklımızca bulunacak cevaplardan ziyade, kalbimizi suallerle kıvrandıracak samimiyete muhtacız zira.
Gelişiyle cümle noksanlarımızı tamam eyleyecek; bize kim olduğumuzu hatırlatacak, bu yangın yerinde ne aradığımızı kalbimizi parçalarcasına ihtar edecek, kul olmanın, bilmenin, tanımanın kapısını sihirli bir el gibi aralayacak samimiyetten söz ediyorum.
Anladıkça dertlenir miyiz bilmem ama dertlendikçe anlayacağımız kesin. Dertleneceğiz. Kalbimizi alev alev saran cezbe ve şevk ile: “Bugün bu mümbit coğrafya için ne yaptın” sualinin, “Bugün Allah için ne yaptın”dan farkı olmadığını idrak edecek ulvi sarhoşluğa ereceğiz.
Kimbilir, belki de bu yüzden “bu coğrafya alem-i İslâm için bir umuttur” derim hep. Bu umudun yeşerttiği gayretle olsa gerek kimin yüzünde ufak bir ızdırap, gönlünde sebepsiz bir hüzün, halinde asil bir dert sezdiysek yaklaştık yanına, umudumuzu paylaştık. Kalbi kırıkları, mahzunları, garipleri Allah sever dedik. Allah’ını seven bu coğrafyayı sevsin istedik.
Bu bilinçle yoğrulduğumuz zaman gönül çölümüze hicret edip sorduk:
Bu ülke yok olsun diye uğraşanlara alkış tutanlardan mıyız, bu ülke var olsun diye her şeyi göze alabilenlerden mi?