ANLAM HARİTALARIMIZ İŞGAL ALTINDA
Artık terazimizin bir kefesinde iddialarımız var, öbür kefesinde gündeliklerimiz. İlkini “görünür olma, beğenilme, takdir toplama” hevesiyle seslendiriyor, ikinciyi ise yaşıyoruz. Ama ilki dilimizin insafını, ikincisi ise hayatımızın hakikatini acıtıyor.
Sizi bilmiyorum ama ben oldum olası mistik, uyuşuk ve sadece kendine odaklı bir din anlayışını benimsemedim, benimseyemedim.
Bu yüzden de kendini “Hayy ve Kayyum (sürekli diri ve mutlak güç sahibi)”, güzel ahlak olarak nitelendirdiği dini manzumeleri ise “din-ül qayyume” yani “hayatın atardamarlarında atan din” olarak belirten İlahi Kudret’in bu tespitlerine rağmen insan kalabilmenin yol haritası olan dinsel manzumeleri seccadelere, kutsal gecelere, cuma gecesi ve günlerine ya da belirli zaman dilimlerine hapsedip sadece kendine odaklanıp kendini kurtarmak bana hep “akıl tutulması” olarak geldi.
Öyle ya madem dinsel manzumeler “kendini kurtarmaktan” ibaret idi neden rivayetsel sayısı yüz yirmi dört bini bulan peygamberlerin hiçbiri kendini değil, toplumu kurtarmak için ömür tüketti. Ya da on binlerce sahabe hangi amaçla evlerinden yurtlarından binlerce kilometre uzakta dinin yayılması; sevginin, barışın, kardeşliğin ve adaletin yeryüzüne hâkim olması için kanlarını mallarını canlarını imanlarına şahit kılıp diyar diyar gezmeyi tercih etti?
Mesela son günlerde kafamı hangi tarafa çevirsem, gözüm nereye ilişse bir slogan çarpıyor gözüme;
"Ramazan'da paylaşmak güzeldir!"
Dünyalık işlerimizde kullandığımız tatil, izin, istirahat gibi unsurlar Allah’a kullukta ya da insanlık olarak tabir ettiğimiz olmazsa olmaz görevlerimizde de geçerliymiş gibi yılda bir kez "paylaşımı" hatırlamak. Şaşırmamak elde değil.
“Akletmez misiniz?” diye defaten soran ilahi kudretin hitabına kulak kabartıp, sadece birkaç dakika olsun tefekkür edelim;
Güneş, “ben bugün doğmayacağım” diyebilir mi veya gece, “hayır Yarabbi ben bugün kararmak istemiyorum” diyebilir mi? Peki ya yaz mevsimi “Hayır Yarabbi ben bu sene ısıtmayacağım, kış mevsimi bu sene canım hiç üşütmek istemiyor” dese aklınız alır mı? Almıyor değil mi?
Çünkü kâinatta insan dışında her şey, sistematik bir düzen içinde kendi işini salise şaşmaksızın yapmakla programlanmıştır.
Sanırım bu bilinçle olsa gerek insan kalabilmenin son nefese kadar dinamik bir çaba olduğunu da hesaba katarak Müslümanlığı hep insanlığın “annelik makamı” olarak gördüm.
Kurtulmuşluk vehmi içinde Müslümanlığı kendisine sunulmuş özel bir şeref olarak gören, bu şerefin vazettiği değerlerle gurur duyan ama bu şerefin işaret ettiği görevleri üstlenmekten kaçınan ve söz konusu “mükellefiyet” olunca parmağıyla hep karşıdakini işaret eden günümüz din-i-darlarına tam bir manifesto işte; “annelik makamı!”
Aslında ne ağır bir sorumluluk ne ağır bir görev!
Öyle ya; anne, rahmet kaynağıdır; dert edinendir. Evladının iyi, huzurlu, mutlu olması için yedi yirmi dört kıvranandır. Çünkü o mürebbidir, terbiye edicidir; edebin, adabın, muaşeretin, ahlakın, görgünün membaıdır.
O vakit bu tespitten hareketle diyebiliriz ki;
Hiçbir anne nasıl ki ilahi kodlamanın kendisine yüklediği rahmetin ve karnında taşıdığı “rahim” sıfatının tezahürü ile evlatları arasında ayrım yapamaz, yaparsa annelik sıfatını kaybederse; her Müslüman da kaderinin kaderiyle kesiştiği tüm yaratılmışa karşı dil, din, ırk, renk, mezhep, düşünce, ideoloji gözetmeksizin koşulsuz sevgiyi, katıksız merhameti ve ucu kendine dokunsa bile amasız adaleti yüreğine yük etmek ve bu uğurda ömür tüketmek zorundadır.
Peki ne oldu da biz makamı nasıl kaybettik ve “güven adası” olması gereken her Müslüman, bugün “güven” turnusolunda sınıfta kaldı?
Aciz kanaatimce ana sıkıntı “dünyevileşmek!”
Kabul edelim veya etmeyelim, ülkemizin hemen her karışına “modernleşmek adına” ruhsuz alışveriş merkezlerini dikenler; sadece şehirlerin değil, insanların da ruhlarını soldurdular.
Bakın şehirlerimize artık atalarımızın diktiği dillere destan mabetler yerine ticaret kuleleri boy gösteriyor. Kafanızı hangi tarafa çevirseniz her yer devasa alışveriş merkezleriyle dolu.
Eskiden şehirlerimize girenler, mabetlerin huzur veren gölgesinde ruhlarını dinlendirirken; bugün ilkin paranın kibri ile selamlaşıyor.
Sizce de ruhlarımızdaki bu solgunluktan kaynaklı değil midir ki artık en büyük din olarak iman ettiğimiz “kapitalizmle” birer tüketim makinesi haline gelerek ulaştıklarımızın bağımlısı, ulaşamadıklarımızın kölesi haline geldiğimiz (yani bencillik çukuruna düştüğümüz) günden beri “annelikmakamını” kaybettik.
Bundan kaynaklı değil midir ki insanların bir arada yaşamasının adeta mihenk taşları olan yardımlaşma, dayanışma ve merhamet adım adım uzaklaşıyor bizden.
Bu uzaklaşmanın içimizde yarattığı boşluğu da (inşa etmenin, onarmanın, hayata inanmanın, paylaşmanın, yardımlaşmanın o efsunlu kuvveti dururken) tüketerek doldurmaya ve bu yolla şifa bulmaya çalışıyoruz. Daha iyi arabalara binersek, marka şeyler giyersek; eşimize, dostumuza, arkadaşımıza giyimimizle, kuşamımızla, bindiğimiz araba, oturduğumuz evle hava atabilirsek kendimizi daha iyi hissediyoruz.
Çünkü iman edilen kapital dininin tek ayeti olan “tüketim” böyle emrediyor. Bu geçici anlam duygusu ve uçucu neşe ise her çıkan “yeni” ile besleniyor.
Aslında görebilen ve akledebilen kalpler için resmin bütünü çok net;
Zira bugün “tüketici” dediğimiz kişi; sırtında kırbaç şaklamayan bir köle, ama köle tüccarları onları Afrika çöllerinden getirmiyor artık. Zihinlerini uyuşturup bütün dirençlerini kumanda ediyor. Çünkü adamlar sadece üretimde bulunmuyor; ürettiği her neyse medya araçları ve reklamlar vasıtası ile onu talep edecek bir ihtiyaç da üretiyor.
Bu yüzden de internetin ve televizyonun girdiği her ev fethedilmiş bir toprak parçası gibi. Zira özellikle kumanda masasındaki reklamcılar “vaat edilmiş topraklara” ancak bu sayede ulaşabiliyor. Sadece ulaşmakla kalmıyor; “fethettikleri bu topraklarda” hemen her şeyi bize bir 'ayrıcalık' olarak satmaya çalışıyor. Sonra o ayrıcalıkları yarıştırmaya başlıyorlar ve nihayetinde hepimiz bu girdabın içinde kayboluyoruz.
Kahir ekseriyetimizin zihinsel yönetimini eline geçiren, her zayıflığımızı, her algı defomuzu kuruş kuruş cebine akıtan bu tüketim vakumları, markalar ekonomisi ve egemen sermaye krallıkları başarıyorlar mı, evet hem de alkışlanası bir performansla başarıyorlar.
Bakın etrafınıza!
Bugünün yaşantısında istikameti belirleyen temel unsur artık sadece “tüketim” değil mi sizce de? İnsanlar kendi hayatlarını bile “tüketebilme imkanlarının niceliğine göre” tarif eder hale gelmedi mi? “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” gibi esaslı meraklar yerine, “benim ne kadar param var, neleri alabiliyorum, nereden alabiliyorum?” gibi konular ilgilendirmiyor mu büyük bir çoğunluğu?
Peki adamların samimi ve yedi yirmi dört bu mesaileri ile sadece birer tüketim robotu haline mi geliyoruz? Bence hayır!
Zira sahip olma hırsı toplumda adım adım “narsist” kişilikler yaratıyor.
“Ben” merkezli bu kişilikler yayıldıkça merhamet, dayanışma ve erdem hayatlarımızdan çekiliyor ve “doğruluk, dürüstlük, meşruiyet, hak, hukuk” gibi toplumca kabul görmüş ahlak kurallarımızın yerini kendi ihtiyaçlarımızın şiddeti belirliyor. Sahip olma hırsının, içerde biriktirdiği haset duygusu ise, insan nefsine ve arzularına direk hitap etmeyi başaran modern reklamcılığın marifetiyle azgın bir ejderhaya dönüşüyor ve insanlar bu ejderhanın püskürttüğü hırs ateşiyle sürekli kazanan tarafta olmak istiyor. Bu herkes için imkânsız olduğu için de sürekli kazananı oynamak zorunda kalıyorlar.
Taktıkları envai çeşit maskelerle yaşadığı neredeyse her ânı ne kadar enerjik, ne kadar genç, ne kadar pozitif, ne kadar iyi kalpli, ne kadar insancıl, ne kadar güzel, ne kadar kültürlü olduğunu ispatlamak için harcayan “bir sürü insan” hepimizin hayatlarını çepeçevre sarmış durumda değil mi?
Evet, farkındalık nasip edilmiş küçük bir azınlığın da fark ettiği gibi bilginin, fikrin, kanaatin en kestirme yollarla elde edildiği, herhangi bir birikim ya da liyakat gerektirmediği, dolayısıyla sözün tümüyle yüzeye demir attığı, hatta neredeyse ayağa düştüğü günlerdeyiz artık.
Bu yüzden de artık hemen her insan kendinde bir güç, bir yetenek, bir bağımsız irade vehmederek dünyayı kendi parmağın ucunda dönen bir şey zannetmekle kalmıyor; her şeye hâkim olduğuna, her durumu yönettiğine, her harekete yön verdiğine, bunları hep kendi gücüyle, aklıyla, enerjisiyle yaptığına inanıyor.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ilahi emrini hayatlarına nakşetmiş insanların zamanında kırk doğrunun içinde bir yalan hemen fark edilirdi ama bugün kırk yalanın içindeki tek bir doğruya Allah acısın! Zira hem eskimez gerçeğe tabi olmak iddiası, hem de günün modasını takip etmek ihtiyacı aynı kafanın içinde barınabilir hale geldi.
Evet artık terazimizin bir kefesinde iddialarımız var, öbür kefesinde gündeliklerimiz. İlkini “görünür olma, beğenilme, takdir toplama” hevesiyle seslendiriyor, ikinciyi ise yaşıyoruz.
Ama ilki dilimizin insafını, ikincisi ise hayatımızın hakikatini acıtıyor.
Canımızın hiçbir yerde rahat edemeyişinin, anlam haritalarımızın yerle bir olmasının sebebi tam da bu işte! Farkı fark edebilme temennisiyle!