AKLEDEN KALPLER AŞKINA
Gerek bilim adamları gerek siyasetçiler gerekse de kanaat önderleri dünyanın baş döndürücü bir hızla bir krize ilerlediğini haber veriyor ve verdikleri demeçlerle bu konuda dikkatleri çekmeye çalışıyor.
Evet, bence de bir krize doğru ilerliyoruz.
Ama benim krizden kastım az evvel andığım insanların bahsettiği gibi bir maddi kriz değil! Ben, onların tam aksine “tükettiğin kadar var olduğun” bir dünya düzeni içinde manevi bir krizden ve anlam açlığından söz ediyorum.
Zira muhatabınız kim olursa olsun “kullan-at” tarzı bir iletişim şeklinin vefasızlığın bayrağını gönül coğrafyamızın burçlarına diktiği; baştan çıkarmaların, ayartının, ilkesizliğin, haz ve hız tapıncının insanlığın kadim değerlerini bir fare gibi kemirdiği bu zaman diliminde; insanlar, satın aldıkları sürece kendilerini değerli hissettikleri bir aldatmacanın içine sokulmuş durumdalar ve yaygınlaşan bu tüketim kültürü sayesinde de “mana” anlamını yitirirken, maddeci değerlere olan bağlılık artıyor.
Bu melankolik bağımlılıkla birlikte okumayan, hayatı sadece kendi yaşanmışlıklarından örülü deneyimler yumağı olarak gören, kendisini de o yumağın merkezine yerleştiren; tüketerek, daha iyi arabalara binerek, marka birtakım şeyler giyerek; giydiklerimizle, yediklerimizle, oturduğumuz ev hatta süründüğümüz kokunun kalitesiyle eş, dost, arkadaş ve sosyal çevremize hava atarak kendimizi daha iyi hissettiğimiz tuhaf insanlar haline geliyoruz!
Toplumsal dayanışmanın bu “bencillik” vebası ile kaybolmaya yüz tuttuğu, güven ilişkilerinin zayıfladığı, bireyselleşme sürecinin yoğun bir yalnızlık hissine evrildiği bu mana krizi ve ruhsal açlıkla hayatlarımız giderek maddileşiyor ve medeniyetin beşiği olan bu mümbit coğrafya da yazık ki samimiyetin ölümünden nasibini alıyor. Çünkü hayata değil, hayatın sürüme müsait, cansız, heyecansız fotoğraflarına bakmakla yetiniyoruz artık!
Herkesin aklındakini söyleyebildiği, kimsenin kimseyi görünmez sopalarla ürkütmediği dostluk ve kardeşlik ülkülerimizi yitirdiğimiz bu karambol içinde maddeye olan bağımlılık arttıkça, bu kez baş gösteren ruhsal boşlukla manevi bir açlık baş gösteriyor ama bu boşluğun giderilmesi ve açlığın bastırılması için de yine aynı tüketim kanallarıyla içi boşaltılmış mistik kavramlar, modern meditasyon seçenekleri pansuman niyetine ile servis ediliyor.
Ancak “din sosu” ile yapılan bu serviste gönül bağı olmadığı ve samimiyet barınmadığı için kurulan yüzeysel ilişki; insan kişiliğinde “kalıcı” bir anlam bırakmıyor ve zahmete, oluş çabasına, çileye yaslanmayan bu anlam arayışı, iyileştirmeye çalışılan o derin boşluğu daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.
Bu yüzden de bugün insan hikâyelerinin değer yitirdiği, her şeyin istatistik ve rakamlara hapsedildiği, hayatın anlam derinliğinin kaybolduğu ve büyük anlatıların tarihe karıştığı bir dönemini inşa ediyoruz.
Evet; değerlerimiz, dinamiklerimiz, olmazlarımız, bizi besleyen ruh köklerimiz tarihe karışıyor ama yazık ki tarihten de ders al(a)mıyoruz. Zira ne köklerimizi anımsayıp dünyada hiçbir coğrafyaya nasip olmayan o müthiş birikimden beslenebiliyor ne bugüne bir pırıltı yayabiliyor ne de geleceğe dair içimizi ısıtabilecek bir ümit ışığı yakabiliyoruz.
Çünkü kendi köklerimizden artık çok uzakta ve korkarım ki artık izini kaybettiğimiz için geri dön(ül)emez bir halde; ‘modern’ olarak algılatılan bir uygarlığın peşine düşerek hem tabiatı tahrip ediyor hem insanların birbirine yabancılaşması için çalışan toplum mühendislerinin değirmenine su taşıyor, hem de ruhlarımızın krizlerinden doğan anlam boşluklarımızı büyütüyoruz.
Bu uygarlığı kasıp kavuran “anlamsızlık ve yabancılaşma kültürü” eskiden belki gizli ama şu an ekranlar yolu ile aşikâr bir şekilde maddi alt yapısını benliklerimize ve gönül coğrafyalarımıza döşüyor ve bizleri yaşantı oburları haline getiriyor.
Bu sayede de ‘çalış, üret, faydalı ol ki ruhun arınsın’ diyen bir kültürün çocukları ‘tüket ki ruhun mutlu olsun’ kültürüne adım adım teslim oluyor ve insan denen varlık özne olmaktan çıkarılıp yükleme dönüştürülüyor.
Tutunduğumuzu sandığımız inancımız, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirecek kadar güçlü olmadığı ve sadece taklide dayandığı için de yaşanmayan kelimeler samimiyet barındırmıyor ve artık kanın sıcaklığına işlemiyor, kalplere sirayet etmiyor.
Biz anlam denizinin ortasında anlamsız bir halde bocalarken, bilgiyi eline geçiren vicdansız aklın kumanda masasındaki muktedirler, yeryüzünü yerle yeksan ediyor ve erdemle beslenmemiş bilgi ölüm kusan bir teknolojiye dönüşüyor.
Yanlışa yönelmiş insanlık, ekranlar marifetiyle sükût eden ahlâk, sonra devreye giren uzaktan kumanda cihazları ve dokunmatik faaliyetlerin sebep olduğu yitirilmiş bir şuurun marifeti ile de hepimizin rol aldığı bir senaryo içinde yeryüzünün masumiyeti her geçen günle daha çok kirleniyor!
Üstelik, “medeni” olarak tarif edilen batı toplumlarının yaklaşık beş yüz yılına mal olan bu toplumsal değişim ve dönüşüm, bizim gibi toplumlarda iki nesil gibi kısa bir sürede gerçekleşti ve bu dönüşümün hengamesinde yazık ki eşyasını, çamaşırını modaya uydurup sırtındakileri sözüm ona çağa uydururken ruhunu da bununla birlikte değiştiren; inançlarını sahte bir hevesin, imitasyon bir mutluluğun mahmur görüntüsünde katlettiren bir cemiyet ortaya çıktı.
Bugün, ayrık otlarının arasında goncasını açan gül misali bunalımlar çağını yaşayan insanların arasında tebliğ çiçeklerinden örülmüş buketler taşıyan çok küçük bir kesim bu farkındalığı yudumluyor olsa da bu baş döndürücü değişim ve dönüşüme “gönüllü” yoldaş olan bizler, bu kopuşun ıstırabıyla geçmişe ve geleneğe olan saygımızı yitirdikçe; kadim mirasımızın düşünce ve irfan duraklarında soluklanmayı unuttukça da ötelere iman ettiğini diliyle haykıran ve bu ötelerde kendisine tanıklık edecek yegâne şeyin kalbi olduğunu sözüm ona bilen bir dinin mensupları olduğumuz halde, kalbi ayaklar altına alan canilerin oyuncağı haline geliyoruz ve en acısı da bizim “bize” olan bu ihanetimiz bugün İblisin tebessümlerini süslüyor.
Samimi bir sözümüz, iyilik ve direnç yönünde yürekten bir eylemimiz ile kötülük şebekelerinin planlarını alt üst edebilir; bozulmuş olanı onarma ahlâkı ile düzeltebilir ve kendi irademizi ülkemizin ve dünyanın geleceğine katabilir miyiz bilmiyorum ama bundan önce sözlerimizin tahrip değil tamir etmek gayesiyle kurulması, kâlimizin hâle dönüşmesi ve ortaya koyacağımız ortak akıl ile kendimizi yeniden bulmamız gerektiğini biliyorum.
Çünkü bu iki cepheli bir savaş.
Dış cephede bize, inancımıza, dinamiklerimize, kültür ve değerlerimize amansızca saldıran, kötülüğü kanıksamamızı isteyen küresel bir ordu var ve bu ordu karanlık odalarda bize biçtikleri kaderi kabullenmemizi istiyor. Zira bu modern kodamanlar, kötülüğün efendileri olarak son otuz yılda milyonlarca insanın varlığını yeryüzünden silen ve bir o kadar insanı yersiz, yurtsuz, vatansız, ailesiz bırakan bir dayanışmanın altına imza atarak yeryüzünde yarattıkları bir korku imparatorluğundan besleniyor.
İç cephede ise; yine onların ayarttığı sahip olma hırsımız, elde edememe kinimiz, yetemez hale geldiğimizdeki öfkemiz, ganimet arzumuz ve gelecek endişemiz ile savaşıyoruz.
Başarabilir miyiz?
Tabi ki, evet!
Öncelikle bütün uzakları yakın eden vicdanlarımıza tutunmalıyız! Çünkü o bize gaybın soluğunu yeniden üfleyecek ve bizi gönül sofrasına teklifsizce alarak ruhumuzun şifası sevgi, merhamet ve adaletle buluşturacaktır.
Zira bizler, büyük orduları kumanda edebilen ve bu sayede de bin küsur yıl boyunca dünyaya hükmedebilen ama bir karıncanın hukuku söz konusu olduğunda dahi kılı kırk yarabilen yürek ülkesinden beslenen bir ecdadın torunlarıyız!
Ancak bunu fark edebilerek, yani köklerimizi anımsayarak, iyilik ve güzelliğin yurduna hicret ederek; kendisini suret-i haktan gösteren bir batılın karşısına bir şuur ahlakı ile dikilebilir, insanlar arasındaki güven duygusunun uzaktan kumandalar ve ekranlar yoluyla paramparça edilmesine engel olabiliriz.
Bunu da ancak maddi olanın manevi olanı satın alamayacağını ve aslında hayatın özünün maddi olanla değiş tokuş edilemeyen manevi değerlerden oluştuğunu yeniden fark ederek başarabiliriz.
Evet, toplumsal kabullere yapılan olası herhangi bir saldırıda belki hislerimiz hala çok can yakıcı, çünkü hala bir çoğumuzun yüreğinde belleğimize yön veren hakikatin hatırı dipdiri.
Ama biz, akledebilen bir kalp ile; dostluğun ve samimiyetin alınıp satılabilir hale geldiği bu paslı çağda, sağdan yanaşan şeytanın fitnelerinden haberdar bir şekilde güzelliğe, ilme ve hoşgörüye ayarlı uygarlığımızın acımasızca talan edilmesine izin vermemeliyiz.
Çünkü her insanda Hızır’ı görebilen dinamik bir medeniyet, inşa ve ihyaya en çok ihtiyaç duyduğumuz, yaşantılarımızın giderek cılızlaştığı bir zaman diliminde çocuklarını ve geleceğini amaçsızlığın kör kuyusunda bırakamaz.
Farkındalık temennisiyle!